yoldaki isaretler

June 16, 2018 | Author: EbuMuhammedEmin | Category: N/A


Comments



Description

Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub) FIHRIST YAZAR HAKKINDA... TAKDİM Örnek Bir Kuran Nesli Kur'anî Yöntemin Yapısı Müslüman Toplumun Doğuşu ve Özellikleri Allah Yolunda Cihad La ilahe illallah Hayat Tarzıdır Evrensel Düzen İslâm Bizatihi Uygarlıktır İslâm Düşüncesi ve Kültür Müslümanın Milliyeti Akidesidir! Uzun Süren Bir Geçiş Dönemi İmanın Üstünlüğü Yol Budur! 1 2 3 7 11 22 26 40 46 50 58 64 70 79 81 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) SEYYĠD KUTUP ''...Biz fikir ve sözlerimiz uğruna ölsekte, o fikir ve sözler ruhlu birer vücut olarak kalacaklardır." Seyyid Kutup. 1906 yılında Mısır'ın Asyut kasabasında doğdu; Dini İlk eğitimini ailesinden aldı. Yani; nezih, temiz ve berrak dimağına ilk nakşedilen bilgi, Kelam-ı İlahi oldu. İlkokulu bitirdiği sene Kur'an-ı Kerim'i de baştan sona ezberlemiş bulunuyordu. İlkokulu bitirince babası Kahire'ye götürdü ve el-Ezher Üniversitesinin orta öğretim bölümüne kaydettirdi. Babasının ölümünden sonra ailece Kahire'ye yerleştiler. Şeyyid Kutup, daha lise yıllarında iken kendini edebiyata vermiş ve edebi eserler, makaleler yazmağa başlamıştı. Şair olarak tanınmak istemediğinden yazdığı şiirleri neşretmezdi. Yüksek tahsilini Kahire Üniversitesinin Darul -Ulüm Fakültesinde yaptı. 1933 yılında bu fakülteden mezun oldu. Aynı yıl Mısır Maarif Vekaleti tarafından bu fakülteye Edebiyat hocası olarak tayin edildi. 1941 yılında sosyoloji doktorası yapmak üzere Maarif Vekâleti tarafından Amerika ya gönderildi. Amerika'ya gitmeden önce Mısır'daki Müslüman Kardeşler Cemiyeti ile münasebetler kurmuş ve Yeni Fikir adlı bir mecmua çıkarmağa başlamıştı. Amerika’ya gittikten sonra da devam ettirdiği Yeni Fikir mecmuasında, başlıca kapitalizme ve servet sahiplerine çatıyordu. Amerika'da geçirdiği iki yılı; günümüzün çeşitli doktrinlerini tetkik etmekle değerlendirmişti. Döndükten sonra bu sahadaki akademik çalışmalarını da artırdı. Bu akademik çalışmalarında evvela sosyalizm, kominizm ve kapitalizm'i bütün detayları ile inceleyip tahlilden geçirdi. Bu rejimlerin hepsinde de beşeriyete zararlı olan ve insanlığı muhtelif şekillerde köleleştiren unsurlar bulunduğunu tespit etti. Bu incelemelerin ardından bütün çalışmalarını Kur'an'ı tetkike hasretti. İman ve İslam prensipleri üzerinde uzun müddet ilmi çalışmalar yaptı. Ve bütün insanlığın kurtuluşunun Kur'an-ı Kerim'e sarılmakla olacağına inanıyordu. Bu ilmi ve felsefi araştırmaları, kendisine sarsılmaz bir iman bahşetmişti. Bu noktada huzura kavuşmuş olan Seyyid Kutup, artık fikir ve düşünce hayatının en olgun safhasına girmiş bulunuyordu. 1948 yılında ''Ġslamda Sosyal Adalet'' adlı kitabı İslam âleminde büyük yankılar uyandırdı. Fikirlerini eserleri ile yaymağa çalışırken aynı paralelde kurulmuş olan "Müslüman Kardeşler Cemiyeti'' yle temaslarını sıklaştırdı.1952 yılında Mısırda yapılan askeri ihtilal neticesinde sosyalizm tatbikine başlandı. l954 yılında ''Müslüman Kardeşler Cemiyeti" fesh edildi Teşkilatın onbinlerce mensubu zindanlara dolduruldu. Seyyid Kutup da aynı yıl tevkif edilmiş ve on beş yıl ağır kürek cezasına çarptırılmıştı. Zindanda bulunduğu müddetçe de Hakkı söylemekten fütur etmediği için mahpusluğu müddetince büyük işkencelere maruz bırakılmıştır. Eserlerinin birçoğunu hapishanede yazdığı gibi en büyük eseri Fi Zilal-il Kur'an'ın son yarısında hapishanede tamamladı. Nihayet 1965 yılında neşrettiği "Yoldaki ĠĢaretler'' adlı eseri sebebiyle, erkek ve kadın olmak üzere tam kırkbin insan zindanlara dolduruldu. Bunların birçoğu mahkeme edilmeden işkence altında can verdi. Seyyid Kutup ile arkadaşları el-Şeyh Abdülfettah İsmail ve Muhammed Yusuf Havvaş ise, kurulan askeri mahkeme kararı ile 29.8.1966 günü idam edildi. 2 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) TAKDĠM Bugün insanlık bir cehennemin kenarında bulunmaktadır... Bu hal, başının üstünde asılı duran yok oluş tehdidinden değildir... Bu, bir hastalık belirtisidir ama hastalığın kendisi değildir. Gerçek sebep, insan hayatının, gölgesinde sağlıklı bir şekilde büyüyüp gelişebileceği değerlerin iflas etmesidir. İnsanlığa verebileceği hiç bir değeri kalmayan batı dünyasında bu durum oldukça belirgindir. O batı dünyası ki, iflas noktasına varan tükenmişlikten sonra, kendi varlığını kendisine bile ikna edecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Yavaş yavaş, doğu bloku sistemlerini, özellikle komünizm olarak adlandırılan ekonomik sistemleri ödünç almaya, iktibas etmeye başlamıştır. Doğu blokunda da durum aynıdır. Marksizmin ilk dönemlerinde hem doğuda hem de batıda inanç özelliği taşıdığı zannıyla büyük bir kitleyi cezbeden sosyal teoriler de bu kategoridedir. Marksizm fikir bazında hissedilir bir şekilde gerilemiştir. O kadar ki, neredeyse kendi ilkelerinden uzaklaşmış, mevcut olan devlet ve kurumlarına münhasır bir hal almıştır. Marksizm ve benzeri sistemler, insan fıtratının yapısı ve gerekleriyle çatışırlar. Bu nedenle ancak bozuk bir ortamda veya uzun süren baskıcı bir rejimin bulunduğu toplumlarda kabul görürler. Ancak Marksist toplumlarda da ekonomik iflas başlamış bulunmaktadır.(Yazar bu satırlarda 1960'ların dünyasını değerlendirmektedir. Bu gün gelinen nokta, sosyalist yönetimlerin yok olduğu, batı sisteminin ekonomik anlamda liberalizmle, siyasal olarak da özgürlük ve demokrasi kavramlarıyla bütün dünyayı avucunun içine almaya çalıştığı noktadır. Varılmak istenen hedef, oluşturulmak istenen düzenin adı artık "Dünya sistemi"dir. Toplumlar ve devletler şimdilerde özgürlük ve demokrasi yalanlarıyla sömürülmektedir. Çözülme hızla devam etmektedir. Demokrasi, ezilen ve mazlum insanlara reva görülen zulmün adı olmuştur. İslam çok gür bir şekilde, siyasal düzenini oluşturma yolunda, zulmün kara duvarlarını yıka yıka, demokrasinin cani putlarını devire, devire gelmektedir. (yayıncı)) Bu gün sosyalist rejimlerin süperi olarak görülen Sovyetlerde Çarlık devrinde bile gelişen tarım hayatı tamamen verimsizleşmiştir. Sovyetler artık buğday ve diğer gıda maddelerini ithal etmektedir. Kolhozlarda (Kollektif çiftlik: Mülkiyeti devletin olup, belli bir pay karşılığı köylülerin işlettiği tarım alanlarına verilen ad.) uygulanan insanın fıtratıyla çatışan rejimin iflasından dolayı yiyecek ve giyecek almak için altın olarak hazinede ne varsa satmakta olan Rusya'nın içinde bulunduğu ve her geçen gün daha da kötüleşen durumu budur. İnsanlık için yeni bir yönetim biçimi zorunludur. Artık batılı insanın, insanlığa önderliği son bulmak üzeredir. Bu, batı uygarlığının maddî olarak iflas etmesinden ya da ekonomik veya askeri güç olarak zayıflamasından değildir. Bu, batı sisteminin fonksiyonunun bitmesindendir. Onun, yönetimde kalmasını sağlayacak bir değerler bütünü yoktur. Maddî alanda, Avrupa dehasının ulaştığı uygarlık düzeyini ayakta tutacak, onu geliştirecek; aynı zamanda, insanlığın tanıdığı değerlerle mukayese ederek; yeni, ciddi, bütüncül bir değerler sistemini, köklü, dinamik ve gerçekçi bir yöntemle insanlığa sunacak bir yönetim zorunludur. İşte bu değerleri, bu yöntemi elinde bulunduran sadece ve sadece İslâm'dır. Bilimsel gelişmeler devrini tamamlamıştır. Bu devir, Rönesansın doğup başladığı m. 16. asır ile zirveye ulaştığı m. 18. ve 19. asırlardır. Artık vereceği yeni bir şey yoktur. 3 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Yine aynı zaman diliminde ortaya çıkan vatancılık, ulusçuluk, bölgesel birliktelikler de süresini doldurmuştur. Onların da verecekleri bir şey kalmamıştır. Daha sonra, bireyci ve toplumcu sistemler de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Artık, sıra İslâm'a gelmiştir. İnsanlığın en zor, en şaşkın, en çalkantılı olduğu bir zamanda gelmiştir; "Ümmet" dönemi... Yeryüzünde maddî kalkınmayı inkâr etmeyen İslâm'ın dönemi... Çünkü İslâm yeryüzü hilafetinin insana Allah tarafından tevdi edilmesinden bu yana, maddî alanda gelişme göstermeyi; insanın ilk görevlerinden biri kabul etmektedir. Bunu, belirli şartlar altında; Allah'a ibadet etmek, insanın var oluş amacını gerçekleştirmek olarak görür. "Rabbin meleklere, dediğinde..." (Bakara,30) 56) Allah İslâm ümmetini insanlar arasından hangi amaç için seçerek yarattıysa, bu gayeyi gerçekleştirecek olan Ümmetin dönemi başlamıştır. "Siz insanlar için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah'a iman eden hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i İmrân, 110) "Siz insanlara, peygamber de size Ģahid olsun diye sizi vasat bir ümmet olarak yarattık." (Bakara,143) İslâm, fonksiyonunu ancak bir toplumda uygulayarak gösterildiğinde icra edebilir. Yani bir topluluk tarafından yaşanması gerekir. İnsanlık, özellikle bu devirde soyut bir akideye kulak vermiyor. Günlük hayatta bu gerçeğin doğruluğunu görmüyor musunuz? Asırlardır İslâm Ümmetinin varlığı yok sayılıyor. İslâm Ümmeti, üzerinde İslâm'ın bulunduğu bir toprak parçası değildir. Tarihin bir kesitinde atalarının, İslâm'a uygun bir sistemle yönetildiği, yaşadığı bir ulus da değildir. İslâm Ümmeti, hayatlarını, düşüncelerini, konumlarını, sistemlerini, değerlerini, ölçülerini, kısaca her şeylerini sadece ve sadece İslâmi yöntemden alan bir insan topluluğudur. İşte bu nitelikleriyle ümmetin varlığı, bütün bir yeryüzünde Allah'ın şeriatıyla hükmetmenin sona erdiği andan itibaren yok olmuştur. İslâm'ın bir defa daha insanlığın yönetimini gerçekleştirmede beklenen rolünü üstlenmesi için bu ümmetin yeniden var olması zorunludur. Nesiller boyunca, düşünce ve konum itibarıyla İslâm'la ve İslâmi yöntemle hiçbir bağı olmayan sistemlerin kalıntılarıyla gizlenen, örtülen bu ümmetin dirilişi zorunludur. Diriliş girişiminin başlamasıyla yönetimin ele alınması arasındaki mesafenin uzun olduğunu biliyorum. İslâm Ümmeti'nin varlığı ve görüntüsü uzun süre kaybolmuştur. İnsanlığın yönetimini uzun bir müddet başka düşünceler, başka anlayışlar, başka konumlar, başka milletler ele geçirmiştir. Son zamanlarda, Avrupa dehası bilim, kültür, sistem ve maddî üretim alanlarında büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. İnsanlığın, zirvesinde bulunduğu büyük bir atılımdır bu. İnsanlık ne bundan, ne de bunun sonuçlarından kolayca vazgeçebilir. Özellikle de neredeyse bu gelişmenin dışında kalan, adı İslâm Dünyası olan dünya... Bütün bu değerlendirmelere rağmen İslâmî dirilişin başlamasıyla yönetimi teslim alma arasındaki mesafe ne kadar uzun olursa olsun, İslâmi diriliş zorunludur. İslâmi dirilişi başlatmak; vazgeçilmesi mümkün olmayan ilk adımdır. Hadiseyi daha iyi kavrayabilmemiz için - sınırlı bir şekilde de olsa - bu ümmetin insanlığı yönetmesi hususundaki yeteneklerini bilmemiz gerekiyor. 'ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' 4 "Ġnsanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Şu anda, bu ümmetin maddi gelişme alanında insanlığa benimsetip sunabileceği; bu açıdan insanlığın yönetimini üstlenmesini sağlayacak olağanüstü bir başarısı yoktur. Zaten istenen de, bu değildir. Avrupa dehası, bu alanda, onu oldukça geri bırakmıştır. En azından önümüzdeki bir kaç asır içinde ona karşı maddî bir başarı sağlaması beklenmemektedir. Bu durumda başka bir yetenek gerekiyor. Bu uygarlığın sahip olmadığı bir yetenek... Bu, bizim maddî gelişmeyi ihmal ettiğimiz anlamına gelmez. Maddî alanda da gayret sarf etmek görevimizdir. Fakat şu aşamada, sayesinde insanlığın yönetimine ulaşacağımız bir vasıf değildir bu. Varlığımızdan kaynaklanan bir zorunluluktur. Aynı zamanda yeryüzünde Allah'ın halifesi olan insanın, var oluş gayesini gerçekleştirdiği için, maddî alanda gelişmeyi özel şartlar altında Allah'a ibadet sayan "İslâmî Anlayışın" bize yüklemiş olduğu bir gereklilik olarak da maddî gelişmeye önem vermeliyiz. Öyleyse, maddî gelişmeden başka, insanlığın yönetimini ele almak için başka bir yetenek gerekiyor. Bu yetenek maddi gelişmeye cevap verdiği gibi, fıtrî ihtiyaçlara da cevap veren bir anlayışın rehberliğinde insanlığa maddî dehanın ürünlerini koruma imkânını sağlayan "akide" ve "yöntem"den başka bir şey değildir. İşte bu "akide ve yöntem", bir insan topluluğunda, yani Müslüman bir cemaatte pratize edilmelidir. Bugün bütün dünya, hayat dinamikleri, sistemlerin bizzat kendinden kaynaklandığı bir cahiliyyenin içinde yaşamaktadır. Öyle bir cahiliye ki, bu hayatın sağladığı muhteşem kolaylıklar, onun kötülüğünden bir şey eksiltmez. Muhteşem maddî gelişme budur işte! Cahiliyye, yeryüzünde Allah'ın egemenliğine, özellikle O'nun ulûhiyetine, düşmanlık üzerine kuruludur. Özellikle egemenlik... Bu cahiliyye düzeni, egemenliği insana verir. Kimilerini kimilerine Rab yapar. Bunu, cahiliyyenin tanındığı ilk basit, ilkel şekliyle yapmıyor. Allah'ın hayat için koyduğu yöntemden uzaklaşarak, O'nun izin vermediği konularda düşünce, değer, yasa, kanun, sistem koyma hakkının kendisine ait olduğu Allah'ın egemenliğine tecavüz etmek, O'nun kullarına tecavüz demektir. İnsanın, genel olarak, sosyalist sistemlerdeki zelilliği; kapitalist sistemlerde ise, sermayenin baskısı ile birey ve toplumlara uygulanan zulüm, Allah'ın egemenliğine düşmanlığın, O'nun insana bahşettiği değerleri inkarın sonucundan başka bir şey değildir. İşte burada, İslâmî yöntem kendini ortaya koymaktadır. İslâm sisteminin dışındaki bütün sistemlerde insanlar, herhangi bir şekilde, birbirlerine ibadet etmektedirler. Sadece İslâm düzeninde, insanlar birbirlerinin kulları olmaktan kurtulup yalnızca Allah'ın kulu olurlar. O'ndan isterler, O'na boyun eğerler. Yolların ayrıldığı nokta burasıdır. Aynı zamanda İslâm sistemi ve onun insan hayatındaki sonuçlarının ortaya koyacağı şeyler bizim insanlara vereceğimiz yeni anlayıştır. İnsanlığın sahip olmadığı hazine budur. Çünkü o, Batı uygarlığının, doğusuyla batısıyla bütün bir Avrupa dehasının ürünü değildir. Şüphesiz biz, insanlığın tanımadığı, üretemeyeceği, tamamen yeni bir şeye sahibiz. Ancak, bu yeni olgunun daha önce de belirttiğimiz gibi, pratize edilmesi zorunludur. Öncelikle bir milletin bunu yaşaması gerekir. Bunun için, İslâmi bir toprak parçasında diriliş ameliyesi gerçekleşmelidir. Bu dirilişin ardından gelecek olan, aradaki mesafe uzun da olsa, kısa da olsa, insanlığın yönetiminin elde edilmesidir. Ġslâmî uyanıĢ eylemi nasıl baĢlayacak? 5 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Bu görevi üstlenecek bir öncü cemaat lazımdır. Bu yola baş koymuş bir cemaat... Dünyanın her köşesindeki cahiliyeyi yok etmek için yola çıkmış bir cemaat... Çevresini kuşatan cahiliyeyi yok etmek için yola çıkmış bir cemaat... Çevresini kuşatan cahiliyyeden, bir yandan kendini uzak tutmaya çalışırken, öte yandan onunla ilişkisini koparmadan yürüyen bir cemaat... Bu görevi üstlenen öncü cemaat için yolda kendisine gerekli bazı "işaretler" zorunludur. Rolünün içeriğini, görevinin ne olduğunu, amacını, uzun yolculuğun başladığı noktayı gösteren "işaretler"... Yeryüzünün her köşesindeki cahiliyyeye karşı konumunu belirlediği "işaretler"... Bu öncü cemaat, insanlarla nerede birleşip, nerede ayrılacak? Kendi özellikleri, çevresindeki cahiliyyenin özellikleri nelerdir? Bu cahiliyye topluluğuna İslâm'ın diliyle nasıl konuşacak, nerede konuşacak? Bütün bu hususlarda; ilmi nereden, nasıl alacak? Bu işaretler, bu akidenin ilk kaynağı Kur'an'dan, Kur'an'ın temel yönlendirmelerinden alınmalıdır. Bu işaretler, Allah'ın yeryüzünde yapılmasını istediği şeyleri gerçekleştirmiş, Allah'ın dilediği şekilde tarihin seyir çizgisini bir kez daha değiştiren, pak, seçkin nefislerde oluşan anlayıştan, düşünceden alınmalıdır. "Yoldaki İşaretler"i, işte gelmesi umutla beklenen bu öncü cemaat için yazdım. Bu kitabın dört bölümü,(Bunlar, Kur'anî Yöntemin Yapısı, İslâm Düşüncesi ve Kültür, Allah Yolunca Cihad ve Müslüman Toplumun Doğuşu ve Özellikleri başlıklı bölümlerdir.) konusuna uygun bazı düzeltme ve ilavelerle, "Fi Zîlal-il Kur'an"dan alınmıştır. Önsözün dışındaki sekiz bölüm, Kur an-ı Kerim'in Rabbani metoduna uygun olan ve bana çeşitli zamanlarda gelen ilhamla yazılmıştır. Bunların hepsini bir araya getiren özellik yoldaki işaretler olmalarıdır. Nitekim her yolun bir takım işaretleri vardır. Bu kitap, işaretlerin ilk bölümünü oluşturmaktadır. Allah, beni bu yolun işaretlerine ulaştırdıkça, diğer bölüm ya da bölümlerin bunları izleyeceğini umuyorum. 6 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) ÖRNEK BĠR KUR'AN NESLĠ Her zaman ve her yerde, İslâm davetçilerinin önünde dikkatle durmaları gereken tarihi bir gerçek vardır. Önünde uzun uzun durmaları gereken bir realite, vakıa... Bunun davet yöntemine kesin bir etkisi vardır. Bu davet, İslâm tarihinin bütününde, insanlık tarihinin bütününde, insanlar arasında seçkin bir nesil, örnek bir nesli, yani sahabe neslini çıkarmıştır. Bu tür bir nesil bir daha gelmemiştir. Evet, tarih boyunca, bu nesli temsil eden bireyler bulunmuştur. Ancak bu, davet tarihinin ilk döneminde olduğu şekilde, belli bir yerde bu kadar büyük bir sayının bir araya geldiği vaki olmamıştır. Bu önünde uzun uzun durulması gereken apaçık bir olaydır. Umulur ki, bunun sırrına erebiliriz. Bu davetin kaynağı Kur'an elimizdedir. Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) Sünneti, pratik yolu, siyeri de.... Tarihte bir benzeri daha gelmeyen ilk neslin elinde olduğu gibi, bunların hepsi bizim de elimizdedir. Elimizde olmayan sadece Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) şahsıdır. Sır bu mudur? Bu davetin yürütülmesi, ürünlerini vermesi için Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) şahsı zorunlu olsaydı, Allah bu daveti, bütün insanlar için bir davet ve en son risalet kılmaz, şu yeryüzünde kıyamete dek, insanların yönetim işini, bu davete bırakmazdı. Allah Teala, bu kitabın korunmasını üzerine almış, bu davetin Allah Rasûlü'nden (s.a.v.) sonra da devam etmesinin, ürünlerini vermesinin mümkün olduğunu bildirmiştir. Risaletin üzerinden 23 yıl geçtikten sonra O'nu, (Rasûlünü) katına almıştır. O'ndan sonra, bu dini kıyamete dek baki kılmıştır. Öyleyse Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) şahsının yokluğu, bu olayı, bu sırrı açıklamaz. O zaman başka bir neden aramalıyız. O ilk neslin beslendiği kaynağa bakalım. Belki, burada bir değişiklik buluruz. Yetiştikleri yönteme bakalım. Belki, bunda da bir farklılık görürüz. O neslin beslendiği ilk kaynak Kur'an'dır. Evet, yalnızca Kur'an... Allah Rasûlü'nün sünneti, yolu bu kaynağın uzantısından başka bir şey değildir. Hz, Aişe'ye (r. anha) Allah Rasûlü'nün (s.a.v) ahlakı sorulduğunda, O'nun ahlakı Kur'an'dı, dedi.(Nesai.) Öyleyse beslendikleri, şekillendikleri, yetiştikleri kaynak yalnızca Kur'an'dı. Bu, o vakit, insanlığın uygarlığa, kültüre, bilime, kitaplara, araştırmalara sahip olmamasından değildir. Kesinlikle değildir. Hala Avrupa'nın kendisiyle hayat bulduğu, hayatını sürdürdüğü Roma uygarlığı. Roma kültürü, kitapları ve kanunları vardı. Bu gün bile Batı düşüncesinin kaynağı olan Grek uygarlığı, mantığı, felsefesi ve sanatıyla vardı. Iran uygarlığının şiiri, mitolojisi, inançları, yönetim biçimleri de vardı. Başka, uzak ya da yakın, uygarlıklar da vardı. Hind uygarlığı, Çin uygarlığı, Roma ve İran uygarlıkları Arap yarımadasına kuzey ve güneyden komşuydular. Yahudilik ve Hıristiyanlık yarımadanın kalbinde yaşıyorlardı. Öyleyse, bu nesli, oluşum devresinde, yalnızca Allah'ın kitabına münhasır kılan, bağlayan şey, dünya uygarlığından, dünya kültüründen uzak olmaları, yoksun olmaları değildir. Bu tavır, ancak belli bir niyetten, belli bir hedeften kaynaklanıyordu. Allah Rasûlü (s.a.v.) Ömer b. Hattab'ın (r.a.) elinde Tevrat'tan bir sahife görünce kızar. (Bu kızgınlığı, o tavrı göstermektedir.) Şöyle buyurdu: "Allah'a yemin olsun, eğer Musa aranızda yaşıyor olsaydı, ona, bana uymasından başka birsey caiz olmazdı."(Hafız Ebu Ya'la, Hammad'dan, O Şa'bi'den, o da Cabir'den rivayet etmiştir.) Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) amacı ilk oluşum devresindeki bu nesli, beslendiği kaynağa bağlamaktı. Kendilerini ihlâsla sadece O'na vermelerini, yollarının 7 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) sadece O'nun yöntemi üzerine olmasını sağlamaktı. Ömer b. Hattab (r.a.)'a kızması, onun başka bir kaynaktan beslendiğini görmesindendi. Allah Rasûlü (s.a.v.), Kur'an'ı Kerim'e dayanan ilahî yöntemden başka bir kaynağın etkisinden uzak, kalbi temiz, aklı temiz, anlayışı temiz, bilinci temiz bir nesil yetiştirmek istiyordu. O nesil, işte yalnızca bu kaynaktan beslendi. Tarihte tek olması, bu yüzdendir. Sonra, kaynaklar çoğaldı, karıştı... Sonraki nesillerin beslendiği kaynağa, Grek felsefesi ve mantığı, İran mitolojisi ve düşüncesi, Yahudi israiliyatı, Hristiyan ilahiyatı ve diğer çökmüş medeniyet ve kültürlerin kalıntıları karıştı. Bütün bunlar, a'ynı şekilde, Kur'an'ı Kerim'in tefsirine, kelam ilmine, fıkıh ve usule de bulaştı. O nesilden sonraki nesiller, işte bu bulanık kaynaktan yetiştiler. Ve o nesil kesinlikle bir daha gelmedi. Şüphesiz, bütün nesillerle o seçkin örnek nesil arasındaki belirgin fark en temel ve en büyük etken, onlarda sadece ilk kaynağın bulunmasıydı. Kaynağın yapısının farklılaşmasında başka bir temel etken daha var. Bu, o örnek neslin sahip olduğu bilgilenme yönteminin değişmesidir. Onlar, yani ilk nesil, Kur'an'ı kültür ve bilgilerini geliştirmek, zevk almak, yararlanmak için okumuyorlardı. Onlardan her biri Kur'an'ı salt kültürel bir tat almak, incir çekirdeğini doldurmayan ilmî ve fıkhî konularda bilgilerine bir şeyler ilave etmek için de okumuyorlardı. Onlar Kur'an'ın kendisine ve içinde bulunduğu topluma Allah'ın (c.c) ne buyurduğunu, kendisinin ve toplumun yaşadığı hayat hakkında ne dediğini öğrenmek için yaklaşıyorlardı. Savaş alanında emri uygulamak için bekleyen asker gibi, duyar duymaz amel etmek için bu emri alırdı. Yine onlardan hiçbiri bir oturuşta fazla Kur'an okumazdı. Çünkü okuduğu kadar, görev ve yükümlülüklerinin omuzuna bindiğinin farkındaydı. İbn-i Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edilen hadisten anlıyoruz ki, onlar ezberleyip onunla amel edinceye kadar on ayetle yetinirlerdi.(Bunu İbn-i Kesir, tefsirinin girişinde zikretmiştir) İşte bilinç... Uygulamak için okuma, bilgilenme bilinci... Onlara Kur'an'ın bilgi ve haz ufukları açılıyordu. Eğer salt araştırma niyetiyle bu işe yönelmiş olsalardı, bu kapılar onlara açılmazdı. İşleri yürüyor, sorumluluklarının yükü hafifliyordu. Kur'an, kişiliklerini yoğuruyordu. Onu zihin ve sayfalarda bırakmayıp nefislerinde, hayatlarında gerçekçi bir yöntem ile dinamik bir kültüre dönüştürüyorlardı. Ancak ve ancak tarihin seyir çizgisini değiştiren hareketler ve sonuçları ile olaylar bu yöntemle ortaya koyulabilir. Kur'an, hazinelerini kendisine şu ruhla yönelenlere açar: Amel etme niyetiyle bilgilenme ve okuma ruhu. O, entellektüel bir haz alma, bir edebiyat ve fen kitabı, kıssa ve tarih kitabı olarak gelmemiştir. Ki o, bunların hepsini içermektedir. O, ancak, bir yaşama biçimi, katıksız, ilâhi bir yöntem olarak gelmiştir. Allah (c.c.) bu yöntem uyarınca, Kur'an-ı Kerimi bölüm bölüm indirmiştir. Bazısı bazısını takip eder: "Kur'an'ı, insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm ve gerektikçe indirdik." (İsra, 106) Kur'an, topluca inmemiştir. Yenilenen ihtiyaçlara, düşünce ve anlayışlardaki değişimlere, toplumun karşılaştığı pratik sorunlara göre inmiştir. Âyet veya âyetler, özel bir durum ya da belirli bir olay hakkında iner. İnsanların taşıdıkları duyguları haber verir, bu konudaki emrin ne olduğunu bildirir, bu konumda uygulanacak olan pratik yöntemi belirtir, anlayış ve davranış hatalarını düzeltir. Bütün bunlarda, Rableriyle bağlantı kurar, bunu evrendeki belirgin özellikleri ile, onlara tanıtırdı. İşte o vakit. Allah'ın (c.c.) gözetimi altında, kudretinin genişliğinde, Allah'la (.c.c.) birlikte yaşadıklarını hissederlerdi. Böylece, günlük hayatlarını, bu sağlam ilâhi yönteme göre biçimlendirirlerdi. 8 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) İlk nesli meydana getiren şey, uygulamak için bilgilenme, okuma yöntemidir. Onu izleyen nesilleri meydana getiren de araştırmak ve haz almak için bilgilenme, okuma yöntemidir. Şüphesiz bu ikinci etken de seçkin örnek nesli, bütün nesillerden ayıran bir etkendir. Dikkat edilmesi, kaydedilmesi gereken üçüncü bir etken daha vardır. İnsan, İslâm'a girdiğinde, kendini bütün cahiliyye geçmişinden soyutluyordu. İslâm'la buluştuğu anda, cahiliyye döneminde yaşadığı hayattan büsbütün ayrılarak, yepyeni bir döneme başladığını biliyordu. Cahiliyye döneminde öğrendiği her şeye şüphe, ürperti ve korkuyla yaklaşıyordu. Onu, İslâm'la bağdaşmayan bir pislik olarak kabul ediyordu. İslâm'ın yolunu işte bu dikkatle öğreniyordu. Nefsi, kendisine galip geldiğinde, eski alışkanlıklarına çektiğinde, İslâmi yükümlülüklerini yerine getirmede bir zayıflık olduğunda, bunun günah ve yanlış olduğunu bilir içinde bulunduğu durumdan temizlenmesi gerektiğini bütün varlığıyla kavrar, yeniden Kur'an yolu üzere olmaya çalışırdı. Cahiliyye dönemi geçmişi ile İslâmı kabul ettiği bugünü arasında bilinçli, bütüncül bir ayrışma vardı. Bu ayrışmadan cahiliyye toplumu ve onun sosyal kurumlarıyla olan ilişkilerinden topyekûn bir ayrılma doğar. O, cahiliyye ortamından kesin olarak ayrılmış, ve yine kesin olarak İslâmi çevreyle bütünleşmiştir. Ticaret dünyasında, günlük hayatta ilişki içinde bulunduğu bazı müşrikler olabilir. Bilinçsel ayrılma başka, günlük ilişki başka bir şeydir. Şirk akidesinden tevhid akidesine geçişte, varlık ve hayat hakkındaki cahili anlayıştan İslâmi anlayışa geçilmesini sağlayan, cahili ortamdan, örften, anlayış, adet ve ilişkilerden soyutlanma vardı. Yeni yönetime, yeni İslâm toplumuna, bütün itaatini, velayetini, bağlılığını bildirerek katılma sonucu doğan, cahili ortam, örf, anlayış, adet ve ilişkilerden soyutlanma vardı. Yolların ayrıldığı nokta burasıydı. Yeni yolun başlangıç noktası cahili toplumun boyun eğdiği gelenek ve yürürlükte olan değerlerin baskısından yavaş yavaş ayrılmanın başladığı yerdir. Müslüman’ın karşılaştığı her şey sadece eza ve cefadır. Kendi kendine kararını verdi ve uyguladı. Ne cahili anlayışa, ne de cahili toplum gelenekler inin baskısına boyun eğdi. Bugün biz, İslâmın daha önce tanık olduğu türden bir cahiliyyenin, belki de daha da sapkın bir cahiliyyenin içindeyiz. Çevremizde her ne varsa cahilidir: İnsanların anlayışları, inançları, adetleri, gelenekleri, kültürel kaynakları, sanatları, edebiyatları, yasaları... Hatta çoğumuzun İslâmi kültür, İslâmi kaynak, İslâmi felsefe, İslâmi düşünce diye bildiği şeyler... Bunlar da, bu cahiliyyenin ürünüdür. Bu nedenle, nefislerimizde İslâmi değerler yer edinip kökleşemiyor, zihinlerimizde İslâmi anlayış berraklaşmıyor. İslâm'ın daha önce yetiştirip çıkardığı türden yeni bir nesil, artık içimizden çıkmıyor. Öyleyse, İslâmi hareket yöntemi gereğince, eğitim ve yetişme döneminde içinde yaşadığımız, kendisine yaslandığımız cahiliyyenin bütün etkilerinden soyutlanmamız ve arınmamız zorunludur. O ilk dönem insanlarının beslendiği arı kaynağa, hiç bir şeyin karışmadığı, hiçbir şüphenin bulunmadığı arı kaynağa dönmek zorundayız. Ona dönmeli, bütün bir var oluş gerçeği ile insanın varoluş gerçeğini, insan ve eşya varlıklarıyla Allah arasındaki bütün ilişkileri ona dayandırmalıyız. Daha sonra, yaşam felsefemizi, değerlerimizi, ahlakımızı, yönetime, politika ve ekonomiye ait yöntemleri özetle hayatın bütün dinamiklerini oradan almamız gerekir. Ona yöneldiğimizde salt araştırma ve yararlanma amacıyla değil, uygulamak ve amel etmek için okuma amacıyla yönelmeliyiz. Bizden ne olmamızı, niçin olmamızı istediğini öğrenmek için ona yöneleceğiz. Bu yolda yürürken Kur'an'ın o muhteşem güzelliği, o şaheser kıssaları, oradaki kıyamet 9 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) sahneleriyle karşılaşacağız. Ve insan vicdanına uygun mantıkla... Ve daha nelerle... Ancak biz bütün bunlarla, bu, ilk hedefimiz olmaksızın karşılaşacağız. Bizim amacımız şunları öğrenmektir: Kur'an bizden ne yapmamızı istiyor? Sahip olmamızı istediği bütüncül (küllî) anlayış nedir? Allah hakkında ne tür bir düşünceye sahip olmamızı istiyor? Ahlakımızın, yaşam tarzımızın, günlük yaşama düzenimizin nasıl olmasını istiyor? Sonra, özellikle nefislerimiz, kendimiz, cahili toplumun baskısından, cahili anlayışlardan, geleneklerden, yönetimlerden kurtulmalıdır. Amacımız, ne bu cahili toplumla anlaşmak, ne de onun velayetini kabul etmektir. Onun bu özelliği, cahiliyye özelliği var iken onunla anlaşmak mümkün değildir. Bizim amacımız bu toplumu değiştirmek için önce kendimizi değiştirmektir. İlk yükümlülüğümüz bu toplumun gerçeğini değiştirmektir. Yükümlülüğümüz bu cahili varlığı temelden değiştirmek... Çünkü bu, İslâmi yöntemle, İslâmi düşünceyle esastan çatışan, ilahi yöntemin bizden yaşamamızı istediği hayatı yaşamaktan bizi zulüm ve baskıyla mahrum eden bir yapıdır. Bu yolda atılacak ilk adım, bu cahili toplumun değerlerinin, anlayışlarının üzerine çıkmak, bunları aşmaktır. Yolda, onunla buluşmak için değerlerimizden, anlayışımızdan az ya da çok, kesinlikle taviz vermemek gerekir. Kesinlikle... Biz ve o, yolun ayrı ayrı noktalarındayız. Onunla birlikte bir adım atarsak, bütün yöntemi kaybederiz, yolumuzu kaybederiz. Bu yolda zorluk ve güçlükle karşılaşacağız. Bu bize pahalıya mal olacak. Biz, Allah'ın ilahî yöntemini hâkim kılan, cahiliyye yöntemine galip gelen ilk neslin yoluna girip girmeme konusunda serbest değiliz. Seçkin örnek neslin çıktığı gibi, bizim de cahiliyyeden çıkabilmemiz, kurtulabilmemiz, için girmemiz gereken yolun yapısını konumumuzun gereğini kavramamız çok yararlı olacaktır. 10 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) KUR'ANÎ YÖNTEMĠN YAPISI (Bu bölüm bazı ilavelerle Enam Sûresinden (Fi zilâlil Kuran)alınmıştır.) Mekkî Kur'an, yani Kur'an'ın Mekke'de inen bölümü, Peygamber Efendimize (s.a.v.) on üç senede indi, sürekli tek bir davadan bahsediyordu. Değişmeyen bir tek davadan... Ancak bunu sunuş biçimi neredeyse hiç yinelenmiyordu. Bu Kur'ani üslup, onu sanki ilk kez sunuyormuş gibi, her sunuşunda yeni bir biçimle sundu. Bu yeni din ilk önce, en büyük ve temel dava olan akide konusunu ele alıyordu. Akideyi ana temellerine, uluhiyyet ve ubudiyyet (kulluk) temellerine ve bunların arasındaki ilişkiye dayandırıyordu. Bu gerçekle insana hitap ediyordu. İnsan olan insana... O zamanın ve bütün zamanların Arap insanıyla bütün insanlar nasıl eşitse; her dönemin Arap insanıyla bütün zamanların Arap insanı aynı şekilde eşittir. Çünkü bu, insanın değişmeyen sorunudur. Bu evrende bulunmasının, sonunun nereye varacağı sorunudur. Evrenin, canlıların bu evreni ve bu canlıları yaratanla ilgisini açıklayan bir sorundur. Bu değişmeyen bir sorundur. Çünkü bu, varoluşun, insanın sorunudur. Mekkî Kur'an insana, kendi varlığının ve çevresindekilerin varlığının gizemini açıklıyordu. Ona şöyle diyordu: O kimdir? Nereden geldi? Niçin geldi? Nereye gidiyor? Onu yoktan var eden kimdir? Onu kim götürecek? Sonu ne olacak? Devamla diyordu ki; Hissetiği, ancak bir türlü göremediği gayb alemi nedir ? Sırlarla dolu bu alemi kim yarattı? Bunu kim yönetiyor? Kim döndürüyor? Bunu yenileyen, değiştiren kimdir? Ona şunları da diyordu: İnsan, bu evrenin yaratıcısıyla, bu evrenle nasıl bir ilişkide bulunacak? Şunu da açıklıyordu: Kullar, kullarla nasıl ilişkilerde bulunacak? İnsan varlığını ilgilendiren büyük sorun işte buydu. Gelecekte de yine bu olacaktır. Bu büyük davanın yerleşmesi tam onüç yıl aldı. Arkasında insan hayatının kendisine bağlı olduğu şart ve ilkelerden başka birşey bulunmayan bir dava. Allah tarafından bu husus, yeterince açıklanıncaya, bu dini hakim kılmalarını takdir ettiği ve bunun yaşandığı pratik hayat düzenini kurmayı üstlenen insanlardan seçkin bir grubun kalplerinde bu anlayış, köklü bir şekilde yerleşinceye kadar Mekkî Kur'an, bu temel davaya, hayat sistemiyle ilgili hiçbir şeyi ilave etmedi. Allah'ın dinine, bu dinin pratik olarak yaşanacağı bir sisteme davette bulunanlar; Mekkî Kur'an'ın, bu inancın kökleşmesi için onüç yıl üzerinde durma hadisesini, hayatı düzenleyen ayrıntılara, müslümanların inanıp benimsediği, toplumları hukukî olarak düzenleyen yasalara hiç girmemesini uzun uzun düşünmelidirler. Risaletin başlangıcından itibaren akide davasının bu şekilde oluşması; Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) tebliğde attığı ilk adımın insanlan La ilahe illallah'a davet oluşu, onları hak olan Rablerini tanımaya, başkasına değil, yalnızca O'na ibadet etmeye çağırması hep Allah'ın hikmeti gereğidir. İşin gerçeği, aciz insan aklının sandığı gibi, Arap'ların kalbine ulaşmanın en kolay yolu bu değildi. Onlar dillerindeki ilah kelimesinin la ilahe illallah'ın ne anlama geldiğini, uluhiyyetin yüce bir egemenliği ifade ettiğini gayet iyi biliyorlardı. Uluhiyyetin birliği ve bunun yalnızca Allah'a tahsis edilmesinin anlamı; kahinlerin, kabile şeyhlerinin, başkanların ve idarecilerin gücünün, egemenliğinin sonu olduğunu ve egemenlik yetkisinin tümüyle Allah'a verilmesi demek olduğunu da biliyorlardı. Böylece onların vicdan ve gönüllere, dini hayata, günlük yaşantıya, paraya, yargıya, ruh ve bedenlere olan egemenlikleri sona erecekti. Biliyorlardı bunu. La ilahe illallah'ın yeryüzündeki egemenliğini gasbeden ve bu gasp sonucu oluşan yaşam biçimine karşı gelişen bir kıyamın, Allah'ın izin vermediği fakat, 11 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) kendilerinin uydurdukları bir şeriatle hükmeden yöneticilere karşı bir başkaldırı olduğunun farkındaydılar. Kendilerini çok iyi bildikleri için "la ilahe illalllah" çağrısının gerçek anlamını gayet iyi kavrıyorlardı. Araplar, bu davetin, kendi yaşam biçimleri, başkanlıkları ve egemenlikleri için neyi ifade ettiğinden habersiz değildiler. Bundan dolayı bu daveti, bu devrimi o derece sert karşıladılar. Herkesin bildiği gibi ona savaş açtılar. Tebliğin başlangıç noktası niçin buydu? Allah niye bütün bu zorlukların, sıkıntıların olmasını takdir etmişti?En bereketli, en zengin topraklar, Allah Rasûlü bu dinle gönderildiği sıralarda Arapların değil başka ulusların elindeydi. Kuzey'deki bütün Suriye toprakları Bizanslıların hükmü altındaydı. Buraları Bizanslıların tayin ettiği Arap valiler yönetiyordu. Güneydeki bütün Yemen toprakları ise, İranlıların hükmü altındaydı. Buraları da iranlılar adına Arap valiler yönetiyordu. Arapların elinde sadece Hicaz, Tihame, Necid ve bunların çevresinde, oraya buraya serpilmiş bazı verimli vahaların dışında tamamen verimsiz kupkuru çöller vardı. Denilebilir ki, nübüvvetten onbeş sene önce, Hacer-i Esved'in konulmasında hakem tayin ettikleri hükmüne razı oldukları, nesep olarak Kureyş'in en saygını, Haşimoğullarının önde gelenlerinden, doğru sözlü ve güvenilir bir kişi olarak Muhammed (s.a.v), iç çekişmelerin yiyip bitirdiği, iç çatışmaların bölüp parçaladığı Arap kabilelerini birleştirebilir, sömürgeci imparatorlukların, -kuzeyde Bizans, güneyde, İran- işgal ettikleri toprakları kurtarmak amacıyla ulusal bir kıvılcım yaratabilir, Arap ve Arapçılığın bayraktarlığını yapabilir, yarım adanın her köşesinde ulusal bir birlik kurabilirdi. Yine denilebilir ki, Allah Rasûlü böyle bir çağrıda bulunsaydı, on üç sene boyunca yarımadadaki egemen güçlerin baskısıyla karşılaşmaz, üstelik Arapların hepsi bu çağrıyı kabul ederdi. Şu da denilebilir: Araplar önce Muhammed'in (s.a.v.) davetini kabul ederler, onu kendi yönetimlerine getirirler, o da dizginleri ele alır, her türlü üstünlüğe sahip olurdu. Bütün bunları, getirdiği tevhid akidesini kökleştirmede kullanabilirdi. Kendi beşerî gücünü kabul ettirdikten sonra, Rablerinin gücüne boyun eğdirip O'na ibadet etmelerini sağlayabilirdi. Ancak bilgisi geniş ve hikmet sahibi olan Allah (c.c.) elçisini böyle bir yöne yöneltmedi. Açık ve net bir şekilde "La ilahe illallah"ı haykırmasını, O'nun ve bu daveti kabul eden beraberindeki küçük topluluğun büyük zorluklarla karşılaşmasını diledi. Niçin? Şüphesiz Allah (c.c.) elçisine ve beraberindeki mü'minlere zor bir şey yüklemek istemezdi. Çıkar yolun bunlar olmadığını Allah (c.c.) biliyordu: Bizans tağutunun, İran tağutunun elinden kurtulup Arap tağutunun eline sarılmak, yeryüzünü kurtarmanın yolu değildir. Tağutun hepsi tağuttur. Yeryüzü Allah'ındır. Ve O'na ait olması gerekir. Yeryüzünün Allah'a (c.c.) ait olması, ancak orada la ilahe illallah bayrağının dalgalanmasıyla gerçekleşir. Şu yeryüzündeki insanların kurtuluş yolu, Bizans tağutundan, İran tağutundan kurtulup Arap tağutuna boyun eğmek değildir. Tağutun hepsi tağuttur. Şüphesiz insanlar sadece Allah'ın kullandır. La ilahe illallah bayrağı dalgalanmadıkça; onlar Allah'a kul olamazlar. Dilinin neyi ifade ettiğini bilen Arabın kavradığı La ilahe illallah şudur: Egemenlik ancak Allah'ındır. Allah'ın gönderdiğinden başka hiç bir şeriat, kanun yoktur. Kimsenin kimseye egemenliği yoktur. Çünkü bütün egemenlik O'na aittir. İslâm'ın insanlar için istediği milliyet; Arab'ın Bizanslı'nın, İranlı'nın ve diğer ulus ve renklerin Allah'ın bayrağı altında eşit bir konuma geldikleri inanç milliyetidir. İşte çıkış yolu da budur. 12 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Allah Râsulü (s.a.v) bu dinle gönderildiği zaman, Arap toplumu servet ve adaletin dağılımı açısından bir toplumun bulunabileceği en kötü durumdaydı. Küçük bir azınlık paraya ve ticaret yapma imkânına sahipti. Faizle iş yapıyorlardı. Ticaret ve paraları arttıkça artıyordu. Büyük çoğunluğun ise sıkıntı ve açlıktan başka bir şeyi yoktu. Denilebilir ki, Muhammed (s.a.v.) toplumculuk bayrağı açabilir, soylulara karşı savaş başlatabilirdi. Hayat tarzının değişeceği, zenginlerin mallarının fakirlere verilmesini amaçlayan bir davette bulunabilirdi. Yine denilebilir ki; eğer o gün Allah Rasûlü (s.a.v.) böyle bir davette bulunsaydı bu taktirde Arap toplumu ikiye bölünürdü. Bir yandan para, şeref ve şöhretin azdırdıklarına karşı çıkan ve yeni dine katılmış olan ezici çoğunluk, öte yanda servetleriyle baş başa kalan küçük bir azınlık... Böylece o zaman az bir insanın kabul ettiği la ilahe illallah'ın karşısına bütün toplum tek saf halinde çıkamazdı. Şu da denilebilir: Şüphesiz, çoğunluk onun davetini kabul eder, o da yönetimi üstlenir, böylece azınlıkla çoğunluğu mağlup ederdi. Rabbinin kendisiyle gönderdiği tevhid inancını kökleştirip, beşerî gücüyle insanları kendisine boyun eğdirdikten sonra, onları Rablerine ibadet ettirme imkanını elde edebilirdi. Ancak bilgisi geniş ve hikmet sahibi olan Yüce Allah böyle bir şeyi istemedi. Allah Teala çıkar yolun bu olmadığını biliyordu. Toplumda sosyal adaletin kapsayıcı itikadı bir anlayıştan, bütün yönetimi O'na tahsis eden; adaletin dağılımında Allah'ın takdir ettiğini hoşnutlukla, itaat ederek kabul eden bir anlayıştan doğması gerekiyordu. Böylece hem onu alanın, hem de verenin kalbinde, Allah'ın koyduğu sistemin uygulandığı, yürürlükte olduğu duygusu yerleşecek insanlar, dünya ve ahiretin hayrına, güzelliğine ulaşmayı umacaktı. Ancak böyle olursa; kalbler ne hırs, ne de kıskançlıkla dolacaktır. Bütün işler silahla, sopayla, dövmekle sövmekle yürümez. La ilahe illallah'tan başka fikrin hakim olduğu toplumlarda olduğu gibi bütün ruhlar, bütün kalbler fesada uğrayıp bozulmazlar. Allah Rasûlü (s.a.v.) gönderildiğinde, Arap yarımadasında ahlaki durum çeşitli açılardan en aşağı seviyedeydi. Bununla birlikte toplumda bedevilere ait bazı faziletler de vardı. Toplumda zulüm oldukça yaygındı. Zuheyr b. Ebi Selma bu durumu şöyle dile getirir: "Kim silahıyla kendi bölgesini savunmazsa yıkılır, Ve zulmetmeyen kimse zulüm görür" Bir arap atasözü şöyledir: "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeĢine yardım et" İçki ve kumar toplumun geleneği, hatta övünç kaynağı idi. Bütün cahiliyye şiiri bu durumu anlatır. Eski-yeni her cahili toplumda olduğu gibi bu toplumda da çeşitli şekillerde bulunan bir ahlaksızlık vardı. Hz. Âişe rivayet ediyor: "Cahiliyye devrinde dört türlü evlenme vardı. Birisi bu gün hala yapılan evlenme şekli: Bir adam diğerinin velayeti altında bulunan bir kadına ya da kızına evlilik teklifinde bulunurdu. Mihrini verir, sonra da onunla evlenirdi. Başka bir evlenme türü ise, kadın hayızdan kurtulunca, adam karısına, falana git ondan döl al, derdi. Kocası onu terk eder, ilişkide bulunduğu adamdan hamile kalıp kalmadığı belli oluncaya kadar karısına kesinlikle dokunmazdı. Hamile kaldığı belli olduğunda, isterse dokunurdu. Bunu soylu bir çocuk sahibi olmak için yaparlardı. Buna 'döl alma' adı verilirdi. Başka bir evlenme şekli de şuydu: On kişiden az bir grup erkek bir kadının yanına girer ve hepsi ilişkide bulunurdu. Kadın hamile kalıp doğum yapar ve aradan günler geçtikten sonra onlara haber gönderirdi. Hiç bir erkek bundan çekilemez, hepsi onun yanına giderdi. Onlara; "Ne yaptığınızı biliyorsunuz. İşte doğurdum. E falan, çocuk senin" der ve sevdiği adamın ismini söylerdi. Çocuğu ona verir, adam da reddedemezdi. 13 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Dördüncü evlenme şekli ise şöyleydi: Birçok erkek toplanıp kadının yanına girerlerdi. Kadın da bunlardan çekinmezdi. Bunlar fahişeydi. Kapılarına işaret olsun diye bayrak asarlardı. Kim onları isterse yanlarına girerdi. Hamile kalıp doğum yaptığında kadının yanına gelirlerdi. Çocuk içlerinden hangisine benziyorsa çocuğu ona verirlerdi. O da bunu kabul ederdi. Ve onun oğlu olarak çağrılırdı. Adam da bundan çekinmezdi." (Buharı, Kitabu'n-Nikah.) Muhammed (s.a.v.), ahlakı ön plana alan, toplumu güzelleştirmeyi, nefisleri arındırmayı hedefleyen bir ıslahat davetinde bulunabilirdi, denebilir. Efendimiz (s.a.v.) kendi devirlerinde var olan bütün pislikten rahatsız olan, ıslah ve reform davetçileri ve onların çağrılarına icabet etmekten mutluluk duyan insanlar bulabilirdi, denebilir. Şu da düşünülür: Eğer Allah Rasûlü (s.a.v.) bunu yapsaydı, salih bir insan topluluğu bu davete icabet ederdi. Sonra, o bunları düzeltir, ruhlarını arındınrdı. Böylece İslâm akidesine inanmaya, onu yüklenmeye daha yakın bir duruma gelirlerdi. Böyle olunca da, La ilahe illallah çağrısı, daha işin başında büyük bir muhalefetle karşılaşmazdı. Ancak Allah (c.c.), bunun çıkar yol olmadığını biliyordu. Ahlakın, ancak ölçüler koyan, değerler belirleyen bir akide temeli üzerine oturması gerektiğini biliyordu. Aynı akide, bu ölçü ve değerlerin kendisine dayandığı gücü ve yaptırım merkezi ile, bu gücü elinde tutan ve bunlara uyanlara verilecek mükafatı ve isyan edenlere karşı uygulanacak ceza şeklini belirler. Bu akide kökleşmeden, bu güç oluşmaksızın mevcut bütün değerler ve bunların üzerine kurulan bütün ahlak sistemi köksüz, dayanıksız, yaptırımsız yapay bir şey olur. Çetin bir uğraştan sonra, akide ve akideden kaynaklanan güç yerleştiğinde, insanlar Rablerini tanıdığında, yalnızca O'na ibadet ettiğinde, la ilahe illallah kalplerde kökleştiğinde, Allah (c.c.) bu akide ve ona inananlarla, yukarıda yapılan önerilerin hepsini gerçekleştirir. Arabın egemenliği değil, Allah'ın egemenliği gerçekleşsin diye yeryüzü Bizanslı ve İranlı'lardan temizlenir. Yeryüzü ister Bizanslı, ister İranlı, isterse Arap olsun, bütün tağutlardan temizlenir. Toplum, her türlü toplumsal zulümden kurtulur, İslâmi düzeni kurar. Allah'ın adaletiyle yönetir, O'nun ölçüsüyle ölçer, tek olan Allah'ın adıyla sosyal adalet bayrağını göndere çeker ve buna İslâm bayrağı adını verir. Ona başka bir ismi uygun görmez. Üzerine de "La ilahe illallah" yazar. Nefis ve ahlak temizlenir, kalp ve ruh arınır. İstisnaî durumlar dışında had ve tazir uygulamaya gerek kalmaz. Çünkü denetim artık gönüllerdedir. Elde edilecek şey yalnızca Allah'ın rızası ve vereceği ödüldür. Denetim ve cezanın yerini Allah'ın gazabından korkma ve sakınma almıştır. İnsanlık, sistem olarak, ahlak olarak, bütün bir hayat olarak, tarih içinde ancak İslâm'ın gölgesinde yüksek bir zirveye ulaşmıştır. Artık herşey tamamlandı. Çünkü bu dini, bir devlet sistemi, bir hukuk, bir hüküm olarak hakim kılanlar, onu önce kendi gönüllerinde, hayatlarında bir akide, bir ahlak, bir ibadet, bir davranış olarak hakim kılmışlardı. Bu dinin egemenliği kurulurken onlara yalnızca bir tek şey vaad ediliyordu. Ve bu vaad, bir galibiyeti, bir gücü ve bu dinin kendi elleriyle zafere ulaşacağını içermiyordu. O vaatte bu dünyaya ait hiç bir şey yoktu. Sadece cennetti vaadedilen, yalnızca cennet... Kesintisiz cihadın sonucu olarak zorlu imtihana davetteki sürekliliğin, karşılığı olarak, her zaman ve her yerde zalim yöneticilerin rahatsız olduğu, la ilahe illallah'tan dolayı gördükleri zulme karşı kendilerine vaad edilen yalnızca buydu: Cennet... Allah onları imtihan ettiğinde sabrettiler. Nefislerinin arzularından sıyrıldılar. Davetin başarısı onların eliyle ve dinin egemenliği onların çabasıyla sağlanmış olsa bile, Allah onların hiç bir ödül beklemediklerini bildiğinden, öte yandan 14 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) nefislerinde de bir canlanma ve ulus üstünlüğü, aşiret ve kabile üstünlüğü kalmayınca, bütün bunlar gerçekleşince, bu büyük emanetin koruyucusu oldular: Kalp ve vicdanlarda, davranış ve hareketlerde, can ve mallarda, yaşam biçiminde, her durumda egemenliği yalnızca Allah'a veren akidenin koruyucuları... Kendilerine verilen yetkiyi kullanırken aşiretlerine, uluslarına, milletlerine iltimasta bulunmazlar. Allah'ın şeriatını hakim kılıp uygulamak, Allah'ın adaletini gerçekleştirmek için kendilerine verilen güç ve yetkinin koruyucuları... Onların elindeki bu yetki Allah'a, O'nun şeriat ve dinine aitir. Çünkü, yetkinin O'ndan geldiğini ve Onu Allah'ın verdiğini bilirler. Bu mübarek yöntemin bu derece başarılı olması, davetin ancak böyle bir girişle başlaması ve onun "la ilahe illallah" bayrağını tek başına kaldırıp diğerlerine sırt çevirmesi ve yine onun görünüşte bu sarp ve zorlu, gerçekte ise kutsal ve kolay yola girmesindendir. Eğer bu davet, ulusal bir davet, toplumcu bir davet, ahlak eksenli bir davet olsaydı; la ilahe illallah şiarından başka bir şiarı kendine şiar edinseydi, bu yöntem Allah'a ait olan bir yöntem olmazdı. Mekkî Kur'an'ın yapmaya çalıştığı şey, gönül ve zihinlerde la ilahe illallah'ı yerleştirmek, diğer kestirme yolları değil de, görünüşteki zorluğuna rağmen bu yolu seçmesi ve bunda ısrar etmesidir. Kur'an'ın, üzerine kurulduğu sistemin ayrıntılarına, ilişkileri düzenleyen hükümlere girmeksizin yalnızca itikat sorununu ele alışını, İslâm davetçileri bilinçli bir şekilde çok iyi düşünmeleri gerekir. Bunu, şüphesiz bu dinin yapısı gerektirmiştir. Yalnızca ulûhiyet ilkesine dayanan dinin... Dinin bütün düzenleme ve yasamaları bu temelden doğar. Bu dalları sık ve göğe uzanmış, büyük bir alanı gölgeleyen, toprağın derinliklerinde, geniş bir alanda, dışarıdaki büyüklüğü ve uzunluğuyla doğru orantılı olarak kökleri olan kocaman bir ağaç gibidir. İşte din bunun gibidir. Onun sistemi hayatının bütününü ele alır. Küçük büyük, insanların işlerini üstlenir, düzenler. İnsan hayatını, hem dünyasını, hem ahiretini, hem görünen âlemi, hem görünmeyen âlemi, hem dış maddî ilişkiler dünyasını, hem iç, gizemli dünyayı, niyetleri tümüyle düzenler. O büyük, dehşetengiz, geniş, derin, her şeyi kapsayan bir kurumdur. Öyleyse bu büyüklükte, bu genişlikte, bu derinlikte, bu yaygınlıkta kökleri olması zorunludur. Bu durum, bu dinin sırrının ve yapısının bir kesitidir. Kendi yapılanma ve genişleme yöntemini belirler. Akideyi, sistemin kurulmasını, sağlamlaşmasını, kapsayıcı olmasını nefsin bütününde yer etmesini, sağlıklı gelişmenin bir şartı, emaneti yüklenmenin bir gereği, gökyüzüne uzanan ağacın görünüşüyle, toprağın derinliklerindeki köklerinin gizemi arasında bir ahenk kabul eder. La ilahe illallah akidesi, insanın derinliklerine yerleşince, onunla birlikte la ilahe illallah'ın pratik boyut kazandığı sistem de yerleşir. Kendisine ayrıntı ve hukuki kararlar sunulmadan önyargısız bu düzene teslim olan, akidenin yerleştiği, nefislerin hoşnut olduğu tek düzenin bu düzen olduğu ortaya çıkar. Önyargısız, pazarlıksız teslimiyet imanın gereğidir. Nefisler bu teslimiyetle daha sonra inen İslâmi hükümleri hoşnutlukla kabul eder, inen hiç bir hükme itiraz etmez ve uygulamada herhangi bir gevşeklik göstermezler. İçki böyle yasak edilmiştir. Faiz, kumar da bu şekilde haram kılınmıştır. Bütün cahiliyye adetleri yok edilmiştir.. Kur'an âyetleriyle, Rasûl'ün (s.a.) sözleriyle yok edilmiştir... Oysa beşeri hükümetler bunların her birini kanunlarıyla, yasamalarıyla, sistemleriyle, yaşam biçimleriyle, askeriyle, otoritesiyle, propagandasıyla, basın-yayınıyla engellemeye çalışmaktadır. Bununla da ancak sokaktaki pislikleri temizleyebilmektedirler. Toplumun iç yapısı ise kötülüklerle dolu olmaya devam etmektedir. (İçkinin nasıl haram kılındığı konusunda Fi'zilal'il Kur'an'ın 5. cüz, 78–85. sayfalarına, 15 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Amerika'nın bu konuda nasıl başarısız kaldığıyla ilgili olarak ta Ebu'l Hasen enNedvi'nin "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?" adlı kitabına, S, Ebu'l A'la el-Mevdudi'nin Tenkihat' ından yaptığı nakle bakınız.) Bu sağlam yöntemle, bu dinin yapısının diğer bir ortak özelliği olarak ortaya çıkan şey, onun ciddi, eylemci, uygulanabilir bir yöntem oluşudur. İslâm yaşadığımız hayata hükmetmek, bu hayat gerçeğine kendi hükmünü egemen kılmak için gelmiştir. Ya onu sağlamlaştırır ya düzeltir ya da toptan değiştirir. Egemenliğin yanlızca Allah'a ait olduğunu peşinen kabul eden toplum için fiili durumlarla ilgili hükümler koyar. İslâm Yöntemi, hipotezlerle uğraşan bir teori değildir. O, gerçekle ilgilenen bir yöntemdir. Öyleyse, öncelikle la ilahe illallah akidesini kabul eden, egemenliğin yalnızca Allah'a ait olduğuna inanan ve bunu O'ndan başkasına vermeyi reddeden, bu ilkeye dayanmayan hüküm ve kanunları elinin tersiyle iten Müslüman bir toplumun kurulması şarttır. Bu toplum, fiili olarak oluştuğunda pratik bir hayat kimliği kazanır; dolayısıyla düzenlenmeye, hukukî bir görünüm kazanmaya ihtiyaç hisseder, işte o zaman bu din, sistem ve yasalara temelden teslim olan, diğer sistem ve yasaları da temelden reddeden bir toplumun içinde sistemini yerleştirmeye, kanunlarını koymaya başlar. Sistem ve kanunların uygulanabilmesi için, bu akideye inananların hem kendilerine, hem de toplumlarına hâkim olan güçlü bir otoriteye bağlı olmaları gerekir. Ancak bu takdirde sistemin bir heybeti, hukukun bir saygınlığı olabilir. Mekke'de Müslümanların ne birey, ne de cemaat olarak bir güç ve yaptırımları vardı. Allah'ın şeriatıyla hükmettikleri, kendilerine ait bağımsız bir düzenleri yoktu. Bu dönemde Allah kanun ve hükümler de indirmemişti. Onlara sadece akide ve bu akidenin insanların derinliklerine yerleşmesiyle doğan ahlakı indirmişti. Medine'de otoritesi olan, güçlü bir devlet kurulunca hükümler inmeye başladı. Müslüman toplumun karşılaştığı sorunları çözen, ciddi ve yaptırım gücüne sahip sistem yerleşti. Allah Mekke'de sistem ve hükümleri indirip, Medine'de devlet kuruluncaya kadar, bunların çeyiz saklar gibi bir kenara bırakılmalarını dilemedi. Bu, dinin yapısına aykırıdır. O, bundan çok daha gerçekçi, çok daha ciddidir. O, çözümler üretmek için sorunlar yaratmaz. Ancak o, Allah'ın şeriatına teslim olan, onun dışındaki şeriatleri bütün boyutlarıyla, şekliyle, ilişki ve şartlarıyla reddeden; kendi boyutuna, şekline ve şartlarına uygun olarak yaşayan Müslüman topluma seslenir. Bu gün, İslâm'ın teoriler üretmesini, sistem türleri ortaya koymasını, hayata dair kanunlar vaaz etmesini isteyenler -ki, yeryüzünde tek olan Allah'ın şeriatını hakim kılmaya fiilen karar veren, onun dışındaki şeriatleri reddeden ve bunun gerektirdiklerini uygulayacak gücü elinde tutan bir toplum yoktur- bu dinin yapısını kavrayamamaktadırlar. Kavrayamadıkları bu şeyi, Allah'ın istediği şekilde hayatta nasıl uygulayacaklardır!.. Şüphesiz ondan yapısını, yöntemini, tarihini değiştirmesini, beşeri ideolojilere, beşeri yöntemlere benzemesini istiyorlar. Yürüdüğü yolda, attığı adımda, nefislerindeki anlık, geçici beklentilere ve isteklere ulaşmak için işi aceleye getirmeye çalışıyorlar. Bunlar güdük insanî sistemlere karşı iç dünyalarındaki bozgunun yarattığı anlık istekler... Bu dinden istedikleri, gelecekte olması muhtemel varsayım ve teorilerin kalıbına girmesidir. Oysa Allah bu dinin kendi dilediği gibi olmasını istiyor: Kalbi dolduran inanç, vicdana hakim olan güç, insanların ancak Allah'a boyun eğmesini gerektiren akide... Ve insanlann kanunlarını başkasından değil, ancak O'ndan almalarını... Akideleri bu olan insanlar meydana gelip, toplumlarında fiili bir güce sahip olduktan sonra 16 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) ihtiyaçlarına göre kanunlar inmeye ve buna göre günlük hayatın düzenlenmesi başlar. Allah'ın bu din için istediği budur... İnsanların istek ve arzuları ne olursa olsun, ancak Allah'ın istediği olacaktır! İslâm davetçileri, insanları bu dinin yeniden dirilişine davet ederken, onları öncelikle akideyi kabul etmeye davet etmelidirler. İsterse bunlar kendilerinin müslüman olduklarını iddia etsinler, Müslümanlıklarını Müslüman olarak doğmalarıyla desteklesinler. Öncelikle İslâm'ın, la ilahe illallah akidesinin gerçek anlamıyla ikrar edilmesi olduğunu bilmeleri gerekir. Bütün işlerde egemenliği Allah'a vermektir bu. Egemenliğin kendi hakları olduğunu iddia ederek bunu vicdan ve davranışlarına yansıtarak, yaşam biçimlerinde ve günlük hayatlarında pratize edenleri, böylelikle de Allah'ın egemenliğine düşmanlıkta bulunanları reddetmektir. İşte bu dava, insanları İslâm'a davetin temeli olsun. Bu daha önce de, İslâm'a davetin temeliydi... Tam tamına on üç sene boyunca Mekkî Kur'an'ın yaptığı davet buydu. Bir grup insan gerçekten bu dine girdiğinde, Müslüman bir toplum olarak adlandırılır. Toplumsal hayatında İslâmi düzeni uygulayabilecek olan toplumdur bu. Çünkü o, bütün hayatını bir temel üzerine kurmaya, Allah'tan başkasının hayatına hükmetmemesine karar vermiştir. Bu toplum fiili olarak kurulduğunda, İslâmî düzeni ayakta tutan temelleri sunmaya başlar. Yine bu toplum, İslâmi düzenin genel ilkeleri doğrultusunda, günlük hayatın gerektirdiği yasaları uygulamaya koyulur. Bu, ciddi, pratik gerçekçi İslâmi yöntemin atması gereken adımların düzgünce sıralanmasıdır. Bu dinin yapısını, insanların yapılarını, hayatın ihtiyaçlarını ilmiyle kuşatan, geniş bilgi ve hikmet sahibi Yüce Allah'ın hikmeti üzerine kurulu bu sağlam, Rabbani yöntemin yapısını anlayamayan bazı ihlaslı fakat aceleci insanlar, İslâmî düzenin temellerini, hatta İslâmi yaşama biçimini, insanlara sunmanın davet yolunu kolaylaştırabileceğini, insanlara bu dini sevdirebileceğini (!) sanıyorlar. Acelecilikten kaynaklanan bir vehimdir bu. Allah Rasûlünün davetinin yolu kolaylaşsın diye ulusçuluk bayrağı altında, toplumculuk bayrağı altında, ahlakçılık bayrağı altında başlamasını önerenlerinki gibi bir vehimdir bu. Şeriata ait ayrıntılara girmeden önce ilke olarak, öncelikle kalplerin ihlâsla Allah'a bağlanması, yalnızca O'na ibadet ettiğini ilan etmesi, sadece O'nun şeriatını kabul edip, diğerlerini bütünüyle reddetmesi gerekir. İstek ve arzular, ihlâsla Allah'a (c.c.) ibadet etmekten, O'ndan başkasının egemenliğinden kurtulmak fikrinden doğmalıdır; sunulan düzenin diğer düzenlerden bir takım konularda üstün olmasından değil. Allah'ın düzeni mutlak üstündür. Çünkü onu Allah vaz'etmiştir. Beşerin düzenleri hiç bir zaman Allah'ın vaz'ettiği gibi olamaz. Ancak davetin temeli bu değildir. Davetin temeli, ne durumda olursa olsun sadece Allah'ın şeriatini kabul etmek, ve yine ne durumda olursa olsun, onun dışındaki şeriatleri reddetmektir. Bunun adı İslâm'dır. Ondan başka İslâm'a giden yol yoktur. İslâmı kabul etmeye karar veren ayrıntılarını düşünmez. Düzenin güzelliğinin, üstünlüğünün açıklanmasına da ihtiyacı yoktur. Bu, imanın apaçık gerçeklerinden biridir. Şimdi de Mekkî Kur'an'ın on üç yıl boyunca akide konusuna nasıl yaklaştığını konuşmamız gerekiyor. O şüphesiz bunu ne teorik, ne de teolojik bir şekilde savunmuştur. Tevhid ilminin yaptığı gibi kelamı bir çatışma şeklinde de sunmamıştır. Kesinlikle hayır... Şüphesiz Kur'an, insana kendisindeki ve çevresindeki deliller ve ayetlerle hitap ediyordu. Fıtratına çöreklenen, görevlerini engelleyen, 17 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) pisliklerden onu arındırmak, işaretleri alıp karşılık verebilmesi için ona uygun kapılar aralamak istiyordu. Genel olarak bu böyledir. Özelde ise, bu akideyle birlikte Kur'an, canlı ve gerçekçi bir savaşa başlıyordu. İnsan fıtratını atıl bırakan nefislerdeki pislik birikintisiyle savaşa başlıyordu. Bundan dolayı teorik yöntem, bu özel duruma uygun olan yöntem değildi. Ancak o, diri nefislerdeki psikolojik ve pratik engel ve zorluklarla yüzyüze bulunan canlı bir yöntemdir. Son dönemlerde, tevhid ilminin baskın özelliği olan, soyut mantıktaki zihinsel tartışma da buna uygun bir yöntem değildir. Kur'an insanlığa bütün diri özellikleriyle yöneliyordu. Bu gerçeğin sindirilmesi için bütün bir insanlığa sesleniyordu. Bundan dolayı, teolojik yöntem uygun bir yöntem değildir. Şüphesiz İslâmi akide, ancak pratik boyutu olan bir hayat yöntemini temsil eder. Teolojik ve teorik araştırmaların dalıp kaybolduğu bir açıyla kendini sınırlamaz. Kur'an Müslüman cemaatin gönüllerinde akideyi yerleştirirken, hem çevresindeki cahiliyeye, hem de kendisinde; ahlakında, hayatında bulunan cahiliye artıklarına da büyük bir savaş açar. Bu özellikten dolayı, akidenin oluşumu ne teorik, ne teolojik, ne de kelami tartışma yöntemiyle gerçekleşir. O, ancak canlı, hareketli bir bütünlük arzeden, hayata dönük örgütlenmiş Müslüman cemaatte yaşanarak bir vücud kazanır. Müslüman cemaatin gelişimi; itikadı anlayışın pratize edilmesinde, cahiliyyeye savaş açan bir örgütün koyduğu tavıra eşdeğer gelişmedir. Bu gelişme, tamamen akidevî yapının oluşumunun pratik yansıması ve onun canlı bir anlatımıdır. İslâm davetçilerinin, bu dinin yapısını, hareket yöntemini açıkladığımız şekilde kavramaları gerekir. Çünkü Mekke dönemini kapsayan akidevî oluşum aşaması, İslâmi hareketin amelî oluşum aşamasından, Müslüman cemaatin reel olarak yapılanmasından bağımsız değildir. Teori üretme ve onu araştırma dönemi değil, ancak akide, cemaat, hareket ve eylem için temel oluşum sürecidir. Bu yapının bir kez daha kurulması gerekiyorsa, bu yol izlenmelidir. Akidevî oluşum döneminin geniş bir zamana yayılması, kuruluş adımlarının yavaş, derinliğine ve sağlam atılması gerekiyor. Bu nedenle akidevî oluşum, akideye yönelik teorik araştırma aşaması olmamalıdır. Bu akideyle ferahlayan gönüllerin sosyal ve dinamik bir kimliğe bürünerek, diri bir şekilde inandıkları davayı ifade ettikleri bir aşamadır bu dönem. İç ve dış oluşum, akidenin gelişimiyle doğru orantılıdır. Cahiliyyeyi sorgulayan bir harekette ifadesini bulur. Bu cahiliyye ile hem iç, hem de dış dünyasında savaşa tutuşur. Akide canlı bir şekilde sunulsun, başlayan savaşta canlı bir gelişme sağlansın diyedir bu. İslâmî akidenin, salt entellektüel araştırma, kültürel bilgilenme gibi teorik bir şekilde algılanması büyük bir hata, büyük bir tehlikedir. Akidenin oluşması için, Kur'an'ın tam on üç senede inmesi, onun ilk kez iniyor olmasından dolayı değildir. Kesinlikle... Eğer Allah dileseydi, bu Kur an ı bir kerede indirir, sonra da Müslümanları İslâmi teoriyi kavramaları için on üç sene bu daha az yada daha çok olabilir- serbest bırakırdı. Ancak Allah başka bir şey istiyordu: Farklı, benzeri olmayan bir yöntem koymak... Hem cemaatin, hem hareketin, hem de akidenin birlikte, aynı zamada oluşmasını istiyordu. Cemaat ve hareketi akideyle, akideyi de cemaat ve hareketle yoğurmak istiyordu. Akidenin eylem ve hareket olarak cemaatın bütün bir özelliği; eylemin, hareketin ve cemaatin de akidenin ete kemiğe bürünmüş hali olmasını istiyordu. Allah (c.c.) nefislerin, cemaatlerin bir günde, bir gecede oluşmayacağını biliyordu. Bundan dolayı nefislerin, cemaatlerin oluşumu için gerekli olan zaman süresine akidenin de ihtiyacı vardır. Böylece akidevî oluşum tamamlandığında; cemaat, bunun reel bir görüntüsü olsun. 18 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Mekkî Kur'an'ın yönteminden çıkaracağımız sonuç dinin yapısının bu olduğudur. Biz onun bu yapısını bilmek zorundayız. Beşerî ideolojilerin yarattığı bulanıklıktan kaynaklanan isteklere boyun eğerek, onu değiştirmeye çalışmamalıyız. O, İslâm ümmetini ilk kez bu yapısıyla ortaya çıkardı. Allah'ın (c.c.) ilk kez çıkardığı gibi ne zaman İslâm ümmetinin tekrar vücuda gelmesi istenirse, yine o özelliğiyle ortaya çıkacaktır. Hareketli, diri, olgun bir hayatta, dinamik bir toplumda yaşanmayı seven İslâm akidesini değiştirmeye kalkışmanın hem yanlış hem de tehlikeli olduğunu kavramalıyız. Yine, salt bitkin beşerî ideolojilerin karşısına çıkma isteğimizden dolayı, yapısını araştırmak, kültürel olarak bilgilenmek için onu ideolojiye dönüştürmenin ne denli yanlış ve tehlikeli olduğunu anlamalıyız. İslâmi akide, diri nefislerde, pratik organizasyonlarda, organik bir yapıda; hem çevresindeki cahiliyye, hem de bağlılarının nefislerinde yerleşen cahiliyye ile mücadele eden bir hareketin içinde yaşanmak ister. Çünkü onlar, akide nefislerine yerleşmeden, cahiliyye ortamından kopmadan önce cahiliyye ehlinden idi. O, bu haliyle kalpte, akılda, hatta hayatta alan olarak ideolojiden daha kapsamlı, daha büyük, daha geniştir. O, ideolojinin alanını ve yapısını kapsar. Ancak bununla sınırlı değildir. İslâmdaki ulûhiyet, varlığı, hayatı, insanî anlayışı kuşatıcı ve bütüncül bir anlayıştır. Aynı şekilde pozitif ve pratik bir anlayıştır. Yapısı gereği, salt entellektüel, bilgisel olarak sunulmaktan hoşlanmaz. Çünkü bu, onun yapısına, amacına terstir. Bir insan toplumunda, canlı bir yapıda, pratik bir haketette sunulması gerekir. Oluşum yöntemi; hem teorik, hem de pratik bir bütünlüğün sağlanabilmesi için insandan, canlı bir yapıdan dinamik bir hareketten geçer. Teorik bir ayrılma olmaz. Tersine, pratik, dinamik bir biçimde sunulma vardır. Her teorik gelişim, pratik harekete dayalı yöntemden önce gelir. Onun aracılığıyla şekillenmez. Bu, dinin yapısıyla, gayesiyle, oluşum yöntemiyle kıyaslandığında, hatadır, tehlikedir. Allah Teala şöyle buyurur: "Kur"an'ı insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm indirdik. Onu azar azar indirdik." (İsra, 106) Teorik bir şekilde değil de, canlı pratik bir kimlik kazanan akideden meydana gelen yapının tamamlanması için Kur'an "bölüm bölüm" ve "ağır ağır" indirilmiştir. Bu dinin davetçileri, bu dinin kendisinin Rabbani olduğu gibi yönteminin de Rabbani olduğunu bilmeleri gerekir. Yöntemin, yapısına uygun olması gerekir. Bu dinin özünü, çalışma yönteminden ayırmak mümkün değildir. Yine bilmeliler ki, bu din, itikadî anlayışı; buna bağlı olarak pratik hayatı değiştirmeye geldiği gibi; itikadî anlayışı ve pratik hayatı değşitiren yöntemi de değiştirmeye gelmiştir. Ümmeti kuracak bir akideyi yerleştirmek için gelmiştir. Sonra kendine has düşünce yöntemi bulacaktır. Bu da itikadı anlayışa, pratik hayata zemin hazırlayacaktır. Kendine has düşünce yöntemiyle, kendine has itikadî anlayış, kendine has pratik hayat arasında bir ayrılık yoktur. Hepsi bir bütündür. Açıkladığımız şekilde çalışma yöntemini öğrendikten sonra, bu yöntemin "asıl" olduğunu bilelim. O, bir aşamaya, bir çevreye, bir müslüman cemaate ait yöntem değildir. Bu din, her vakit, ancak bu yöntemle oluşumunu gerçekleştirir. Sanıldığı gibi, İslâm'ın görevi sadece insanların akidesini, hayatını değil, düşünce yöntemlerini, anlayışlarını uygulamalarını da değiştirmektir. Bu, onun yapısı gereği bütün beşerî yöntemlere toptan karşı oluşundandır. Biz Rabbani anlayışa, Rabbani hayata ancak Rabbani düşünce yöntemiyle ulaşabiliriz. Bu, Allah'ın insanların itikadı anlayışlarının, pratik hayatlarının sahih, sağlam bir temele oturmasını istediği yöntemdir. 19 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Biz, İslâm'dan kendini araştırmaya yönelik bir ideoloji üretmesini istersek, onu Rabbani yaratma yöntemi, Rabbani düşünce yöntemi olma özelliğinden soyutlarız. İslâm'ı beşerî düşünce yöntemlerine uydurmuş oluruz. Rabbani yöntem beşeri yöntemlerden daha aşağıymış gibi!... Düşünce ve harekette, kulların yöntemiyle Rabbani yöntem arasında bir paralellik kurmaya çalışıyoruz sanki!.. Bu açıdan yaptığımız iş tehlikeli, hezimet de öldürücüdür. Rabbani yöntemin görevi bize, İslâm davetçilerine, yeryüzünde hâkim olan ve zihinlerimizi iğdiş eden, kültürümüzü bulandıran cahili düşünce yönteminin etkilerinden kurtaracak; farklı, özel bir düşünce yöntemi vermektir. Biz bu dini, yapısına aykırı, cahili düşünce yöntemlerinden almak istersek; insanlara önerdiği görevini iptal etmiş; çağımızda hakim olan cahili yöntemin baskısından, zihinlerimizdeki, bünyemizdeki kalıntılarından kurtulma fırsatından kendimizi mahrum etmiş oluruz. İslâmi düzenin oluşturulmasında, düşünce ve hareket yöntemi, itikadı anlayış ve pratik hayat yönteminden daha az değerli, daha az zaruri değildir. Ondan ayrılmaz da... Bu düşünceyi, bu düzeni, propaganda yaparak sunmak istediğimizde, yeryüzünde İslâm'ın harekete, pratiğe dönük olarak ortaya çıkmayacağını aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Tersine onu bu şekilde sunmamızın ancak, fiilen pratik olarak İslâmi hareketle uğraşanlara yarar sağlayacağını aklımızdan çıkarmamalıyız. İslâm bu şekilde sunulduğunda elde edebilecekleri en büyük yarar, hareket ve çalışmalar sırasında ulaşabildikleri insanlarla ilişkiye girmeleridir. Bir daha tekrar edeyim ki, itikadı anlayış harekete dayalı bir toplulukta hemen yaşanmalı, aynı zamanda bu topluluk itikadı anlayışın doğru ve gerçek bir anlatımı olmalıdır. Bir kez daha yineliyorum; şüphesiz bu Rabbani İslâm'ın doğal yöntemidir. O en yüce, en sağlam; eylem olarak en keskin, insan fıtratına diğer nazariyelerden daha uygun olan yöntemdir. Bu sonuç, teorinin esası hakkında doğru olunca, İslâm'ın yaşandığı düzenin temellerinin sunulmasında, ya da bu düzene ait ayrıntılı yasaların sunulmasında da doğal olarak doğrudur. Çevremizdeki cahiliye, bazı İslâm davetçilerinin damarına basarak İslâmi yöntemin atacağı adımları hızlandırmakta, işi aceleye getirmektedir. Bazen onları köşeye sıkıştırıp şunları sormaktadır: Davette bulunduğunuz yöntemin ayrıntıları nerede? Onu uygulamak için yeni usullere dayalı ne tür inceleme, araştırma, fıkhı çalışmalar yaptınız? Sanki bugün yeryüzünde İslâm şeriatını hâkim kılmak için insanların sadece fikhî hükümlere, İslâm fıkhı araştırmalarına ihtiyaçları var! Sanki onlar Allah'ın şeriatının kendilerine hükmetmesine razı, O'nun egemenliğine teslim olmuşlar!... Ve ancak sadece yeni yöntemle fıkhî içtihatta bulunacak insanlar eksik!... Kalbinde bu dine bir nebze saygısı olan herkesin karşı çıkması gereken korkunç bir aldatmacadır bu. Cahiliye bununla, ancak Allah'ın şeriatının terk edilmesini, kula kulluğun sürmesini, Müslüman grubun Rabbani yöntemden ayrılmasını, harekete yönelik akidevî oluşum merhalesini atlayıp geçmelerini, İslâm davetçilerinin yöntemini kaynağından ayırmayı istemektedir. İslâm davetçilerinin görevi oyuna gelmemektir. Hareket ve dinleriyle ilgili konularda kendilerine, yabancı bir yöntemin dikte edilmesine karşı çıkmaktır. İnanmayanlar tarafından hafife alınmamaktır. 20 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Baskı ve zorlamaların nedenlerini açığa çıkarmak, bunlara karşı çıkmak, Allah'ın şeriatına boyun eğdiğini, onun dışındaki şeriatları reddettiğini ilan etmeyen bir toplumda İslâm fıkhının geliştirilmesi adı verilen aldatmacayı reddetmek görevleridir. Ciddi çalışmayla, bu oyunu ayırmak görevleridir. Yapılan çalışmaları, havanda su dövmek olarak gören zihniyeti, çirkin aldatmacayı reddetmek onların görevidir. Bu dinin hareket yöntemine göre hareket etmek görevleridir. Bu, gücünün sırlarındandır. Bu, aynı zamanda güçlerinin kaynağıdır. Şüphesiz İslâm'da yöntem hakikatle eşdeğerdir. Aralarında bir ayrılık yoktur. Sonuç itibarıyla yabancı bir yöntemle İslâm'ın hakim kılınması imkansızdır. Yabancı yöntemler beşerî düzenleri kurabilirler. Ancak, bizim sistemimizi gerçekleştirmesi mümkün değildir. Her İslâmi harekette yönteme tabi olmak, akideye, düzene tabi olmak kadar zorunludur. "ġüphesiz bu Kur'an en doğru olana götürür." 21 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) MÜSLÜMAN TOPLUMUN DOĞUġU VE ÖZELLĠKLERĠ 22 Muhammed'in (s.a.v) yüklendiği İslâm daveti, peygamberler zümresinin önderliğindeki uzun davet zincirinin son halkasıdır. İnsanlık tarihi boyunca bu davet, tek bir şeyi amaç edinmiştir. İnsanlara tek olan ilahlarını, gerçek rablerini tanıtmak, yalnızca Rablerine ibadet ettirmek, mahlûkatın Rablik iddiasını reddetmek... Kısa dönemlerde az sayıdaki insanı bir kenara koyarsak, genel olarak insanlar ulûhiyeti inkâr etmiyorlar, Allah'ın (c.c.) varlığını kesin olarak reddetmiyorlardı. Ancak onlar, ya gerçek Rablerini bilmede hata ediyorlar, ya da O'na başka bir tanrıyı ortak koşuyorlardı. Bu, ya itaat ve ibadet, ya da egemenliğini kabul ve tabi olmak şeklindeydi. Bunların her ikisi de şirktir. Bu, bir süre sonra insanları rasûllerden öğrendikleri Allah'ın dininden çıkarır. Dinle kurtuldukları cahiliyyeye yemden dönerler. Bir kez daha Allah'a şirk koşmaya başlarlar. Ya itaat ve ibadet ederek, ya da tabi olarak, egemenliği başkasına vererek veya her ikisiyle birlikte... İnsanlık tarihi boyunca Allah'a davetin temel özelliği budur. O, İslama teslim olmayı; kulların Rabbine teslim olmasını, onları kula kulluktan kurtarıp Allah'a kul olmasını, hayatın her kesitinde insanları kulların egemenliğinden, onların koyduğu şeriatlardan, değerlerden, geleneklerden kurtarıp, sadece O'nun egemenliğine, O'nun şeriatine boyun eğmesini amaç edinir. İslâm, Muhammed'e (s.a.v.) bu amaç için geldi. Tıpkı kendinden önce gelen rasûllerde olduğu gibi. İslâm, insanların bütün bir evrende, Allah'ın egemenliğine dönmesi için gelmiştir. Yaşamlarını düzenleyen egemen gücün mutlak hâkim olan Allah olması gerekir. Bütün evreni yönetenin yöntem, güç ve tedbirin (idare etme) den başka bir yöntem, güç ve tedbir yoktur. Öyle ki, iradeleri dışında sürüp giden hayatı yöneten de O'dur. İnsanlar, büyümeleri, gelişmeleri sağlıklı ve hasta olmaları, yaşam ve ölümleriyle ilgili Allah'ın (c.c.) koyduğu kanunlara uymaya mahkûmdurlar. Aynı şekilde, toplumsal yaşamlarında, kendi iradeleriyle yaptıkları hareketlerin sonuçlarına katlanmak durumundadırlar. Bu evrene hâkim olan, onu düzenleyen, tabiat kanunlarındaki sünnetullahı değiştirmeye güçleri yetmez. Güçleri de yoktur. Kendi iradeleriyle hareket ettikleri bu hayatta İslâm'a dönmelidirler. Hayatın her kesitinde Allah'ın şeriatını hâkim kılmalıdırlar. Bu hayatlarının iradî ve fıtrî yönleri arasında ve bu iki yönle bütün varlık âlemi arasında bir uyum sağlayacak olmalıdır. İnsanın insana egemenliğine, var oluş gerçeğinden ayrılmasına, insan hayatının iradî ve fitrî yönlerinin çatışmasına dayanan cahiliye; İslâm'a yani sadece Allah'a davette bulunan Allah Rasûlünün ve bütün rasûllerin karşı karşıya geldikleri cahiliyedir. Bu cahiliye pratik boyutu olmayan salt bir teori değildi. Belki de hiç bir zaman, hiç bir yerde cahiliyenin bir teorisi yoktu. Ancak cahiliye, hareketli bir toplumda ve bu toplumun yönetimine, anlayışlarına değerlerine, geleneklerine, adetlerine, duygularına boyun eğen bir toplumda yaşanmaktaydı. Bu toplum, varlığını, bütünlüğünü tehdit eden her unsura karşı kendini savunmak ve korumak için, bilinçli ya da bilinçsiz olarak toplumu oluşturan bireyler arasında dayanışmanın, gelişmenin, yardımlaşmanın etkileşimin, iç ilişki düzeninin bulunduğu organik bir toplumdur. Cahiliyyenin salt bir teori olmayıp, açıklanan biçimiyle, hareketli bir toplumda yaşanan bir vakıa olması nedeniyle bu cahiliyyeyi yok etmek için, insanların bir kez daha Allah'a dönmesi de salt bir teoriyle sağlanamaz. Böylesi bir girişim, fiilî olarak var olan; hareketli, organik bir toplumda yaşanan cahiliyyeyi ortadan kaldırmak için yeterli değildir. Yapısı, yöntemi, bütünlüğü ve ayrıntıları Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) itibariyle tümüyle farklı bir yapının kurulabilmesi için bu yapının, fiilen var olan ve kaldırılması istenen yapıdan daha üstün olması gerekir. Bu yeni girişim, teorik ve yapısal temelleri, bağları ve ilişkileri mevcut cahili toplumdan daha sağlam, güçlü dinamik ve organik bir toplumda yaşanmalıdır. İnsanlık tarihi boyunca, İslâm'ın üzerine kurulduğu teorik temel "Allah'tan baĢka tanrının bulunmadığına Ģahadet etmek" ti. Yani Alah'ı (c.c.) ulûhiyette, Rububiyette, varlıkta, egemenlikte birlemek. Onu, vicdanlarda kabul edilen itikatta, yapılan ibadette, günlük hayatta uygulanan şeriatte birlemek... Allah'tan başka tanrının bulunmadığına şahadet ettiğini söyleyenin Müslüman ya da gayri Müslim olarak itibara alınabilmesi için bunun gerçek, ciddi bir ifadeyi içermesi gerekir. Yoksa bu, şahadet olarak kabul edilmez. Teorik açıdan bu temelin oturmasının anlamı, insan hayatının bütünüyle Allah'a yönelmesidir, işlerinin hiç birinde kendilerince hüküm veremezler. İtaat etmek için Allah'ın hükmüne dönmeleri gerekir. Ve Allah'ın bu hükmünü, onlara bildiren tek kaynaktan, Allah Rasûlünden (s.a.v) öğrenmeleri zorunludur. Bu da İslâm'ın rüknü olan şahadetin ikinci yarısında ifade edilmektedir: Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahadet etmek. Bu, İslâm'ın temsil edildiği, üzerine kurulduğu teorik temeldir. Bu temel, müslümanın İslâm ülkesinde ve dışında, Müslüman toplumla olan ilişkilerinde, Müslüman toplumun diğer toplumlarla olan ilişkilerinde, bireysel ve toplumsal hayatın her alanında karşılaştığı sorunların çözümünde kullanılacak eksiksiz bir yöntem koyar.("Lailahe illallah" Hayat Tarzıdır, başlıklı bölüme bakınız.) Dediğimiz gibi İslâm, salt inananların itikat ettikleri, ibadette bulundukları, sonra bu şeklide fiilî varlığa sahip olan hareketli cahili toplumun organik yapısı içinde dağınık bireyler olarak kalmayı öngörmez. Çünkü onların bu şekildeki varlığı, sayıları ne kadar çok olursa olsun, İslâm'ın fiilî bir varlık kazanmasını sağlayamaz. Zira cahili toplumun organik yapısı içinde "teorik olarak Müslüman" bireyler, içinde bulundukları bu organik toplumun isteklerine cevap vermek zorunda kalacaklardır. İsteyerek ya da istemeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, o toplumun varlığının devam etmesi için zorunlu olan temel ihtiyaçları gidermek, varlığını korumak, varlığını ve yapısını tehdit eden unsurları yok etmek için harekete geçeceklerdir. Çünkü organik yapı, isteseler de istemeseler de bütün bu organlarıyla, bütün bu görevleriyle ayakta durmaktadır. Yani "teorik olarak Müslüman" olan bireyler teorik olarak yok etmeye çalıştıkları cahili toplumu fiilen güçlendirmiş, onun yapısında canlı hücreler olarak varlığını ve sürekliliğini sağlamış olacaklardır. Onun yaşaması güçlenmesi için yeteneklerini, deneyimlerini hizmetine sunacaklar, çalışacaklardır. Bu cahili toplum yapısını yıkıp yerine İslâm'ı getirmeleri gerekirken yaptıkları budur! İlk dönemden sonra, İslâmî teorik temelin, yani akidenin, dinamik organik bir toplumda temsil edilmeye nasibi olmamıştır. İsİâm'ın yok etmeye çalıştığı; cahili, eylemci organik toplumdan ayrı ve bağımsız, ondan farklı olan eylemci organik bir toplum kuramadı. Yeni toplumu Allah Rasûlunün (a.s.) ve ondan sonraki bütün İslâmi yönetimlerin eksenine yerleştirmek yani insanları tek olan Allah'ın ulûhiyetine, rububiyetine, varlığına, egemenliğine, otoritesine, şeriatına döndürmek için izlenecek yol Allah'tan başka tanrının bulunmadığına, Muhammed'in (s.a.v.) Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet eden herkesin velayetini cahili dinamik toplumdan, yani içinden geldiği toplumdan, bu toplumun yönetiminden alıp, (bu yönetim, ister kâhinlerden, Kâbe’ye hizmet edenlerden, büyücülerden ve gaipten haber verenlerden oluşan dini bir yönetim olsun, isterse de Kureyş'te olduğu gibi sosyal, siyasal ekonomik yapıya sahib bir yönetim olsun, hepsi eşittir) İslâmi yönetime sahip olan yeni eylemci, organik İslâmi topluma teslim etmek olmalıdır. 23 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) İnsanın İslâm'a girdiği ilk andan, yani Allah'tan başka tanrı bulunmadığına, Muhammed'in (s.a.), Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet ettiğini söylediği andan itibaren bu teslimiyetin gerçekleşmesi gerekir. Çünkü Müslüman toplumun varlığı ancak bununla sağlanır. Sayıları ne kadar artarsa artsın, bireylerin kalplerinde salt bu teorik ilkenin, temelin bulunmasıyla sağlanmaz. Çünkü onlar aralarında dayanışma ve ahengin bulunduğu, bağımsız, kendine ait varlığı olan bir toplumda bunu yaşamamaktadırlar. Bu toplumun üyeleri canlı bir yapının organları gibi varlığının kökleşmesi, derinlere kök salması, gelişmesi, varlığına ve yapısına saldıran unsurlara karşı kendisini savunmak için çalışırlar. Bunları, İslâmi varlıklarının güçlenmesi, derinlere kök salması, genişlemesi, cahili varlığı yok etmek, ona karşı koymak, savaşmak için kendilerini yönlendiren, hareketlerini düzenleyen bir yönetimin emri altında, ancak cahilî yönetimden bağımsız olarak yapmaktadırlar. İslâm işte böyle meydana geldi. Daha ilk anda kısa, öz ancak her şeyi kapsayan teorik bir biçimde ortaya çıktı. Ve çıkışından itibaren cahili toplumdan ayrı, bağımsız, ona karşı koyan dinamik, organik toplumu bunun üzerine kuruyordu. Kesinlikle fiilî varlıktan soyutlanmış salt bir teori olarak çıkmadı. İslâm'ın bir kez daha ortaya çıkışı bu şekilde mümkündür. Nerede ve ne zaman olursa olsun, dinamik organik yapının, gelişmenin uymak zorunda olduğu durumlar hariç, cahili toplumun gölgesinde yeniden büyümesi mümkün değildir. İslâm bu yönteme göre, bu temel üzerine İslâm ümmetini kurarken, varlığını dinamik organik toplum temeline bağlarken, bu toplumu birbirine bağlayan bağın akide olduğunu belirlerken yalnızca "insanın insanlığını ortaya koymak, bunu güçlendirmek ve sağlamlaştırmak, bu özelliğini kendisindeki diğer bütün özelliklerin üzerine çıkarmak ister. Bütün kurallarında, bütün öğretilerinde, bütün yasalarında, bütün hükümlerinde bunun genel yöntemine uygun olmasını ister. İnsanın yapısı, hayvan yapısıyla, hatta madde yapısıyla bazı ortak özelliklere sahiptir. Bundan dolayı okumuş cahiller insanı bazen hayvanlarla, bazen de maddelerle birlikte değerlendirme vehmine kapılmışlardır. İnsandaki bu özelliklerin hem hayvanlarla, hem de maddelerle ortak olmasının yanı sıra; onu onlardan ayıran, örnek bir varlık olduğunu ortaya koyan özellikleri de vardır. Okumuş cahillerin, sonunda kabullenmek zorunda kaldıkları bu itiraflar, samimice, açıkça yapılan itiraflar değildir.(Bunların başında "Yeni Darvinciler'den Julian Huxley gelir.) Bu konuda, millet, toprak, renk, dil bağları, yapay, bayağı bölgesel sınır yakınlığı, coğrafî çıkarlar olmaksızın, İslâm toplumunun yalnızca akide bağı üzerine kurulması, bu toplumda insanın kendisiyle hayvanlar arasındaki ortak özelliklerin dışındaki özelliklerin ortaya çıkarılması, geliştirilmesi, yükseltilmesi için konulan İslâmi yöntemin en belirgin sonuçlarındandır. Müslüman toplumun bütün milletlere, uluslara, renklere, dillere açık bir toplum olması, bayağı, hayvani engelleri aşması da bu yöntemin belirgin, göz kamaştırıcı sonuçlarındandır. Bütün insanların özellikleri, yetenekleri İslâm toplumunun potasına dökülüp, eritilerek birbirine karıştırılınca; kısa bir zaman içinde muhteşem organik bir oluşum meydana geldi. Kendi içinde bir ünsiyet ve insicamın bulunduğu bu kitle, o devirde aralarındaki mesafenin uzaklığına, ulaşımın azlığına rağmen, bütün insan gücünü özünde toplayarak muazzam bir uygarlık kurdu. Arap, İranlı, Suriyeli, Mısırlı, Faslı, Türk, Çinli, Hindli, Bizanslı, Yunanlı, Endonezyalı, Afrikalı ve diğer ulus ve milletlere ait birçok insan İslâm toplumunda bir araya gelmiştir. Birlikte, bir dayanışma ve ahenk içinde, İslâm toplumunu, İslâm uygarlığını kurmak için hepsi özelliklerini ortaya koymuştur. Bu büyük uygarlık, hiç bir zaman "Arap Uygarlığı" olmadı. Daima "İslâm Uygarlığı" olarak kaldı. Hiç bir dönemde ulusal bir uygarlık olmadı. Daima akidevî idi. 24 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Onların hepsi eşitlik ilkesi ve sevgi bağıyla, aynı amaca yönelme duygusuyla bir araya geldiler. Eşitlik ilkesiyle, hep birlikte, kurmaya çalıştıkları bu ilk toplum için bireysel, ulusal, tarihsel deneyimlerinin özünü, milletlerinin en derin özelliklerini ortaya koydular. Yine hep birlikte bütün yeteneklerini, güçlerini bu yola feda ettiler. Orada, onlan tek olan Rablerinden gelen bir bağ topladı. Aynı bağ hiç bir engel tanımaksızın, onların insanlıklarını meydana çıkardı. Bu, tarih boyunca başka hiç bir toplumda kesinlikle görülmeyen bir özelliktir. Örneğin eski çağda en meşhur insan toplumu Roma İmparatorluğu idi. Gerçekten sayısız renk, sayısız millet, sayısız dil, sayısız karakter bir araya gelmişti. Ancak bütün bunlar insanî bir bağ üzerine kurulmamıştı. Akide gibi yüce bir değerle de ifade edilmemişti. Bütün imparatorlukta sınıf temeline dayalı bir toplum yapısı vardı. Bir yanda soylular, köleler; öte yanda Roma milletinin yöneticiliği ve diğer milletlerin köleliği. Bu nedenle, İslâm toplumunun düzeyine ulaşamamış, İslâm toplumunun verdiği ürünleri de verememiştir. Yeniçağda tarih sahnesine başka toplumlar çıktı. İngiliz imparatorluğu gibi... Ancak o da, varisi olduğu Roma imparatorluğu gibiydi. İngiliz ulusunun yöneticiliği ilkesine dayanan sömürgeci, ulusal bir toplumdu. İmparatorluğa kattığı sömürgeleri sömüren bir toplumdu. Avrupa imparatorluklarının hepsi böyledir. İspanya, Portekiz İmparatorluğu, Fransa İmparatorluğu... Hepsi de aynı, düşük seviyede kaldılar. Komünizm millet, ulus, toprak, dil, renk engellerini aşan bir toplum kurmak iddiasıyla ortaya çıktı. Ancak bu genel anlamda, insanî değil sınıfsal temeli olan bir toplumdu. Bu toplum eski Roma toplumunun başka bir yüzüydü, başka bir çeşidiydi. O, soylu sınıf, bu ise proleterya sınıfı temeline dayalıydi. Komünizme hakim olan duygu, diğer sınıflara karşı olan kötü bir kin duygusudur. Böyle kindar, kısır bir toplum ancak insanın yapısına zıt bir şey çıkarabilirdi. Çıkardı da. O daha işin başında, yalnızca hayvanî özellikleri ortaya çıkarma, güçlendirme temeline dayalıydı. İnsanın "temel ihtiyaçlarının, yiyecek, barınma, cinsellik" olduğunu -ki bunlar hayvanın öncelikli ihtiyaçlarıdır- belirtiyor, insan tarihini yiyecek arayıp bulma olarak görüyordu. İslâm, insanın en iyi, en seçkin özelliklerini toplumda ortaya çıkarmada, geliştirmede, yüceltmede uyguladığı yöntemle farklı bir yer kazanmıştır. Ve hala öyledir. Ondan vazgeçip başka yöntem kabul edenler, millet, ulus, coğrafya, sınıf temeli üzerine toplum kuranlar ve diğer pis, bayağı düşüncelere saplananlar gerçekte insanın düşmanıdırlar. Onlar, Allah'ın (c.c.) insanı, yaratırken verdiği yüce özelliklere, onun bu evrende sahip olmasını istemeyenlerdir. Toplumun, milletlerin yeteneklerinden, özelliklerinden, deneyimlerinden bir ahenk ve uyum içinde en iyi şekilde yararlanmasını istemeyenlerdir. Onlar, benzerleri hakkında Allah'ın (c.c.) şöyle dediği kişilerdir: "De ki: "Size, amel bakımından en çok ziyanda, bulunanları haber verelim mi? Dünya hayatındaki çalıĢmaları boĢa gitmiĢtir. Oysa onlar, güzel iĢ yaptıklarını sanıyorlar. Bunlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuĢmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden iĢleri boĢa gitmiĢtir. Kıyamet günü onlara değer vermeyeceğiz. ĠĢte onların cezası, inkârlarına, peygamberlerimizi ve ayetlerimizi alaya almalarına karĢılık olarak, cehennemdir. " (Kehf, 103–106) Şanı yüce olan Allah doğru söylemiştir. 25 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) ALLAH YOLUNDA CĠHAD İmam İbn-ül Kayyım, Zad-ül Mead'da, Efendimizin peygamber olarak "gönderildiği andan Allah'a kavuĢtuğu zamana kadar kafir ve münafıklarla iliĢkilerini düzenleme yöntemi" adım verdiği bölümde İslâm'daki cihadı şöyle özetlemiştir: "Allah'ın (c.c.) ona ilk vahyettiği şey yaratan Rabbinin adıyla oku'masıdır. Bu peygamberliğinin başlangıcıdır. Kendisine okumasını emretti. O'nu "oku" emriyle Nebi, "Ey örtülere bürünen" ile de Rasûl yaptı. Sonra yakın akrabalarını, kavmini, çevresindeki Arapları, sonra bütün Arapları, en son olarak da bütün insanlığı, bütün âlemi korkutmasını, uyarmasını emretti. Nübüvvetinden on küsur yıl sonra savaşsız, cizyesiz sadece davetle korkutarak uyardı. Kendisine savaştan uzak durması, sabretmesi, aldırış etmemesi emredildi. Sonra hicrete ve cihada izin verildi. Bir öteki merhalede, kendisiyle savaşanlarla savaşması, savaştan geri duranlarla savaşmaması emredildi. En son, bir bütün olarak din Allah'ın oluncaya değin müşriklerle savaşması emri geldi. Cihad emri geldikten sonra; kafirler O'nunla ilişkilerinde üç kısma ayrıldılar: Barış yapılanlar, savaşılacaklar ve zımmiler. Kendileriyle barış yapılanların anlaşma müddetinin tamamlanması, anlaşmaya sadık kaldıkları müddetçe ahde vefada bulunmasını, eğer hainliklerinden korkarsa anlaşmayı bozması; anlaşmanın bozulduğunu onlara bildirinceye kadar onlarla savaşmamasını, anlaşmayı bozanla savaşmasını emretti. Tevbe suresi indiğinde, bunların hepsini açıklayan hükümler getirdi. Ehl-i Kitaptan olan düşmanlarıyla cizye verinceye ya da İslâm'ı kabul edinceye kadar savaşmasını emretti. Yine orada kâfirlerle, münafıklarla cihad etmesini, onlara sert davranmasını emretti. Kâfirlerle kılıç ve mızrakla, münafıklarla da delil ve dil ile cihad etti. Yine orada kâfirlerle anlaşma yapmaktan uzak durması, yaptığı anlaşmaları bozmaması emredildi. Bu durumda, kendisiyle barış yapılanlar üç gruba ayrıldı: a) Kendileriyle savaşılmasını emrettiği grup. Bunlar anlaşmayı bozan, buna sadık kalmayanlardı. Onlarla savaştı ve galip geldi. b) Geçici bir anlaşma yapan, bunu bozmayan ve isyan da etmeyen grup. Onlarla anlaşma müddetinin tamamlanmasını emretti. c) Aralarında anlaşma bulunmayan, kendileriyle harbe de girilmeyen ya da kendileriyle mutlak bir anlaşmanın yapıldığı grup. Bunlara dört ay mühlet vermesini emretti. Süre dolduğunda onlarla savaştı. Ahdini bozanı öldürdü. Anlaşması olmayana ya da mutlak bir anlaşması olanlara dört ay mühlet verdi. Anlaşmasına sadık kalanın anlaşma müddetinin tamamlanmasını emretti. Bunların hepsi Müslüman oldular. Müddet doluncaya kadar küfürde kalmadılar. Zımmîlere cizye uyguladı. Tevbe suresi indikten sonra, kâfirlerle ilişkileri üç grupta toplandı. Onunla savaşanlar, anlaşma yapanlar ve zımmiler. Daha sonra anlaşması bulunanlar İslâm'a girdiler. Böylece iki grup kalmış oldu: Kendileriyle savaşılanlar ve zımmiler. Onunla savaş halinde olanlar ondan korkuyorlardı. Yeryüzündeki insanlar ise üç gruba ayrılmıştı: Müslüman olup ona inananlar, anlaşma yapıp emniyette olanlar, ondan korkan ve onunla savaşanlar. Münafıklarla olan ilişkisi de şöyleydi: Kendisine, zahiren ettikleri imanı kabul etmesi, sırlarını ve gizlediklerini ise Allah'a havale etmesi, bilgi ve delil ile cihad etmesi, onlardan yüz çevirmesi, onlara karşı sert olması, kendilerine açık bir şekilde tebliğde bulunması, cenaze namazlarını kılmaktan, kabirlerini ziyaretten sakınması emredildi. Onların mağfiret edilmesi için dua ederse, Allah (c.c.) kesinlikle onları mağfiret etmeyeceğini kendisine bildirdi. Bu, kafir ve münafık düşmanlarıyla olan ilişkisiydi. 26 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) İslâm’daki cihadın merhalelerinin bu güzel özetinden, bu dinin üzerinde uzun uzun durulması gereken hareket yönteminin köklü ve derin özellikleri ortaya çıkar. Burada biz sadece bazı noktalara kısaca işaret etmekle yetineceğiz. Birinci Özellik: Bu, dinin yöntemi konusunda ciddi bir gerçekçiliktir, hayata yönelmedir. Beşeri yapılara karşı çıkan bir harekettir. Kendi varoluş yapısına uygun araçlarla gerçekleştirir bunu. O, maddi gücü elinde tutanların desteklediği bazı sistemlerin üzerine kurulduğu düşünsel itikadî cahiliyeye karşı çıkar. Daha sonra İslâmî hareket bütün bu yapıya karşı mümkün olan her şeyle; itikat ve anlayışları düzeltmek için davet ve tebliğ ile, insanlarla bunların itikad ve anlayışlarını düzeltme arasına giren düzen ve güçleri ortadan kaldırmak için kuvvetle, cihad ile karşı koyar. Bunlar insanlara zulmetmekte, onları saptırmakta, Rablerinden başkasına ibadet ettirmektedirler. O, maddi güçler karşısında tebliğ ile yetinmez. Bireylerin vicdanlarını kazanmak için maddi güç de kullanmaz. Bu dinin yönteminde böyle bir yol yoktur. İleride geleceği gibi, insanları kula kulluktan kurtarıp tek olan Allah'a ibadet etmelerini sağlamak için hareket ederken kullandığı yöntemler birbirini bütünler. Bu dinin yöntemindeki ikinci özellik ise; gerçekçi ve eylemci (devingen) oluşudur. Merhaleleri bulunan bir harekettir bu. Her merhalenin gereklerine, ihtiyaçlarına göre uygun araçları vardır. Her merhale kendinden sonraki merhaleye bırakır yerini. O, gerçeğin, hayat geçeğinin merhalelerine donmuş araçlarla karşılık vermediği gibi, hayat gerçeğinin kendisine de soyut teorilerle karşılık vermez. Kur'an naslarını, bu dindeki cihad yöntemine delil olarak ileri sürenler, bu özelliği gözden kaçırmaktadırlar. Bu yöntemin geçtiği merhalelerin yapısını, çeşitli nasların her bir merhale ile olan ilişkisini bilmemektedirler. Bunu yapanlar büyük bir yanlışın içine düşmekte, bu dinin yöntemine yanıltıcı bir görüntü vermektedirler. Naslara, nihaî ilke ve kuralların içermediği anlamları yüklemektedirler. Bu, onların her nassı, nihaî nasta olduğu gibi, bu dinin nihaî kurallarını temsil ettiğini sanmalarındandır. İslâm ile ilgili isimlerinden başka hiç bir şeyleri kalmayan ve gelecek Müslüman nesiller için aklen ve ruhen hayat gerçeğinin baskısı altında hezimete uğrayanlar şöyle demektedirler: İslâm ancak savunma için savaşır. Bu dini, yönteminden ayırmakla iyilik ettiklerini sanıyorlar. O yöntem ki, bütün bir yeryüzünde tağutları yok edip, insanların yalnızca Allah'a ibadet etmelerini sağlamayı, onları kullara ibadetten kurtarıp, kulların Rabbine ibadet etmelerini hedeflemişlerdir. Bunu, akidesini zorla kabul ettirerek yaptırmaz. İnsanlarla bu akide arasındaki engelleri kaldırarak ya da cizye vermeye veya İslâmını ilan edinceye kadar onlarla savaşarak yapar. Ortalık temizlendikten sonra insan, bütün bir hürriyetini kullanarak, ister bu akideyi kabul eder, isterse kabul etmez. Üçüncü özellik ise: Sürekli harekettir. Yenilenen araçlar, bu dini belirlenmiş kurallarından, çizilmiş hedeflerinden dışarı çıkarmaz. O, ta ilk günden beri aynıdır. İster yakın akrabalara, ister Kureyş'e, ister bütün Araplar'a, isterse de bütün insanlığa seslensin, O yalnızca tek bir kurala çağırmaktadır onları. Onlardan şu gaye etrafında toplanmalarını istemektedir: İhlasla, samimiyetle ibadeti Allah'a özgü kılsınlar, kula kulluktan vazgeçsinler!.. Bu kuralda ne bir pazarlık, ne de bir yumuşaklık söz konusudur. Daha önceki bölümde açıkladığımız gibi, belirli merhaleler ve her merhalenin yenilenen araçlarıyla bulunan belirli bir plan dâhilinde bu hedefi gerçekleştirmeye koyulur. Dördüncü özellik ise: "Zad-ül Meâd" den yapılan kısa özette de görüldüğü gibi müslüman toplumla diğer toplumlar arasındaki ilişkilerin bir takım yasalarla düzenleniyor olmasıdır. Bu evrensel ilke bütün insanlığın Allah'a boyun eğmesi, toptan O'na teslim olması, her ne şekilde olursa olsun -bu siyasi bir rejim ya da 27 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) maddi bir güç de olabilir- O'na davetin önünde engel olarak durmamasıdır. Kendisiyle her bireyi başbaşa bırakmasıdır. Kişi özgür iradesiyle onu seçer ya da seçmez. Ancak ona karşı koyamaz, onunla savaşa girişemez. Eğer bunu biri yaparsa İslâm'a düşen, onu öldürünceye ya da İslâm'ı kabul ettiğini açıklayıncaya kadar onunla savaşmaktır. "Ġslâmda Cihad" konusunda, aklen ve ruhen bozguna uğrayanlar, bu 'itham'dan İslâm'ı kurtarmaya çalışırlarken, akideyi zorla kabul etmeyi reddeden nasla ilgili bu dinin yöntemiyle; insanlarla bu dinin arasına giren, kulu kula ibadet ettiren, Allah'a ibadet etmekten alıkoyan maddî, siyasal güçlerin yok edilmesi ile ilgili yöntemi birbirine karıştırmaktadır. Bunlar farklı şeylerdir ve buna mahal de yoktur. Bu karıştırmadan daha da ötesi bu bozgundan dolayı, İslâm'daki cihadı, bugün "savunma savaşı" adı verilen şeye hasretmeye çalışıyorlar. İslâmdaki cihad kavramı, ne insanların bugün yaptıkları savaşla, ne etkenleriyle ne de özellikleriyle ilgisi olan bir şeydir. Cihadın etkenleri "İslâm'ın" yapısıyla, şu dünyadaki rolüyle ve Allah'ın belirlediği hedefleriyle bağlantılıdır. Bundan dolayı Allah peygamberini bu risaletle göndermiş, onu en son peygamber, risaletini de en son risalet kılmıştır. Bu din, yeryüzünde insanın, kula kulluktan -insanın hevasına ibadet etmesi de kula kulluktur. Kurtarılmasının genel bir ilânıdır. Bu, tek olan Allah'ın uluhiyetinin, âlemlere olan rububiyetinin ilanıdır. Tek olan Allah'ın âlemlere rububiyyetinin anlamı, bütün çeşit ve biçimleriyle insanın egemenliğine karşı yapılan bir devrim, yeryüzünün neresinde olursa olsun beşeri otoritelere karşı bir başkaldırıdır. Her ne şekilde olursa olsun insanın uluhiyyetine bir isyandır, bir kıyamdır. Bu kıyam, hükmetmenin, hüküm merciinin insan olmasına, güç kaynağının insan olmasına, insanın ilahlaştırılmasına, bazısının Allah'ı bırakıp Rabler edinilmesinedir. Bu ilânın anlamı, Allah'ın gasbedilen otoritesini O'na geri iade etmek, kendi koydukları kanunlarla insanlara hükmedenleri, kimilerini Rab, kimilerini de kul makamına koyanları reddetmektir. Bunun anlamı yeryüzüne Allah'ın egemenliğinin hakim olması için insanın egemenliğinin paramparça olmasıdır. Ya da Kuranî ifade ile: "Hem gökte, hem de yeryüzünde ilah olan O'dur." (Zuhruf,84) "Hüküm Ancak Allah'a aittir. O'ndan baĢkasına ibadet etmemenizi emretti. Bu dosdoğru dindir." (Yusuf, 40) "De ki: "Ey kitab ehli! Ancak Allah'a ibadet etmek, O'na hiç bir Ģeyi Ģirk koĢmamak, Allah'ı bırakıp birbirinizi Rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müĢterek bir söze gelin." Eğer yüz çevirirlerse, "Bizim müslüman olduğumuza Ģahid olun" deyin." (Âl-i İmrân, 64) Yeryüzünde Allah'ın egemenliği, kilise anlayışında olduğu gibi orada din adamlarının egemen olmasıyla, (Teokrasi) tanrılar adına konuşan insanlarla, mukadder hüküm ile değil, ancak Allah'ın şeriatının egemen olmasıyla, şeriatte belirlendiği şekliyle yönetimin Allah'a verilmesiyle gerçekleşir. Yeryüzünde Allah'ın egemenliğinin kurulması, insanın egemenliğinin yok olması, otoritenin gasbeden kulların elinden alınıp Allah'a geri verilmesi, yalnızca ilahî kanunun (şeriatın) yürürlükte olması, beşeri kanunların ilga edilmesi, bütün bunlar salt davet ve tebliğ ile gerçekleşmez. Çünkü kullara egemen olanlar, yeryüzünde Allah'ın hakkı olan otoriteyi gasp edenler sadece davet ve tebliğ ile ellerindeki gücü ve yönetimi bırakmazlar. Eğer bu böyle olsaydı, Rasûllerin yeryüzünde Allah'ın dinini hâkim kılmaları ne de kolay olurdu. Peygamberler tarihinin, çağlar boyunca bu tevhid dininin tarihinin tanık olduğu şey bunun tam tersidir. Yeryüzünde insanın tek olan Allah'ın ulûhiyetini ve âlemlere olan Rabliğini ilan ederek, Allah'ın gücünün dışındaki bütün güçlerden yeryüzünün kurtarılması 28 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) şeklindeki genel ilan; teorik, felsefî, soyut bir ilan değildir. Ancak eylemci, gerçekçi ve pozitif bir ilandır. İnsandan, Allah'ın şeriatının hakim olduğu bir düzenin, pratik olarak gerçekleştirilmesini isteyen bir bildiridir. Böylece onların fiilen kula kulluktan kurtulup, ortağı (şeriki) olmayan tek Allah'a ibadet etmeleri sağlanmış olacaktır. Bundan dolayı "davet" özelliğinin yanında "hareket" (eylem) özelliğinin de bulunması gereklidir. Bu, beşeri düzenin bütün yönlerine uygun araçlarla karşı koymak içindir. Beşeri düzen, dün olsun, bugün olsun, yarın olsun, bozuk akide yapısı, ve batıl anlayış engellerinin yanında, akidevi, maddi, siyasi, sosyal, ekonomik, etnik ve sınıfsal engeller, çıkaracak, yeryüzünde insanı Allah'ın gücü dışındaki bütün güçlerden kurtarmak şeklindeki kandırmacayla bu dine karşı koymaktadır. Her şey birbirine karıştırılmakta, işler sarpa sardırılmaktadır. . "Davet" akide ve anlayışlara karşı çıktığına göre, "hareket" de diğer maddî engellere karşı koyar. Bunların başında da itikadı, etnik, sınıfsal, sosyal etkenlere dayalı olan siyasi güç gelir. Bu ikisi, davet ve hareket, kendi yapılarına uygun araçlarla "beşerî yapıya" karşı koyarlar. Bu ikisi yeryüzünde insanlığın kurtuluşu için birlikte harekete geçmelidirler. Bütün bir yeryüzündeki bütün bir insanlığın kurtuluşu... Bu, bir kez daha gerçekleştirilmesi gereken önemli bir noktadır. Bu din Arap insanının kurtuluşunu ifade eden bir ilan olmadığı gibi, ona ait özel bir mesaj da değildir. Onun konusu "insan"dır. İnsan türüdür. Alanı da bütün bir yeryüzüdür. Allah (c.c.) ne sadece Arapların Rabbi ne de sadece İslâmî akideye inananların Rabbi'dir. O, "alemlerin Rabbi"dir. Bu din, "alemleri" Rab'lerine döndürmek ve O'ndan başkasına ibadet edilmemesini sağlamak istiyor, İslâm'a göre büyük kulluk insanın, kendi türünden olan insanların koyduğu yasalara boyun eğmemesidir. Bu ise, ancak Allah için yapılan ibadettir. Kim bunu Allah'tan başkasına yaparsa, her ne kadar bu dinden olduğunu iddia etse de, Allah'ın dininden çıkar. Allah Rasûlü, yasama ve yargılamada "ittiba etme "nin ibadet olduğunu ferman buyurmuştur. Yahudi ve Hıristiyanlar kendilerine yalnızca Allah'a (c.c.) ibadet etmeleri emredildiğinde buna muhalefet etmişler, böylece müşrik olmuşlardır. Tirmizi'nin Adiyy b. Hatem'den rivayet ettiğine göre; Allah Rasûlü'nün daveti ona ulaştığında Şam'a kaçtı. Cahiliye döneminde Hıristiyan idi. Kız kardeşi ile kavminden bir grup esir alınmıştı. Sonra, Allah Rasûlü kız kardeşine iyilikte bulundu, serbest bıraktı. O da kardeşine gitti. İslâm'ı ona sevdirdi. Allah Rasûlü'nün yanına girdiğinde, halk onun gelişini konuşuyordu. Yanına geldiğinde Adiyy'in boynunda gümüşten bir haç vardı. O an Allah Rasûlü (s.a.v) "Allah'ı bırakıp ta haham ve rahiplerini Rabler edindiler" ayetini okuyordu. Adiyy diyor ki: Onlara ibadet etmediklerini söyledim. Buyurdu ki: "Hayır, ettiler. Helali haram, haramı da helal kıldıkları zaman, onlar bunlara uydular. Bu, onların yaptığı ibadettir" Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) Allah'ın (c.c.) ayetini tefsiri yasama ve yargılamada uyma (ittiba etme) nin dinden çıkaran bir ibadet olduğuna kesin delildir. Bazı insanların kimilerini Rab edinmeleridir. Bu, bu dinin şirki yok etmeye, "yeryüzünde" "insanı" Allah'tan başkasına ibadet etmekten kurtarmaya geldiğinin açık bir ilâmdır. Bundan dolayı İslâm, bu genel ilana karşı çıkan, yeryüzündeki hayat gerçeğini ortadan kaldırmak için hem tebliğ, hem de hareketi (eylemi) birlikte kullanır. İnsanları Allah'tan başkasına taptıran, yani onlara O'nun şeriatı dışında başka bir şeyle hükmeden, onların daveti dinlemesine, kendi özgür seçimlerini yapıp, İslâm'ı kabul etmelerine engel olan siyasal güce saldırıda bulunur. İşte bu, salt siyasal ya da ulusalcılıkla boyanmış veya tek bir ulus içinde sınıfsal bir temele dayanan egemen gücü yok ettikten sonra fiilen bir özgürlük hareketinin 29 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) başlamasına müsamaha gösterecek toplumsal, ekonomik, siyasal bir düzenin kurulması içindir. İslâm'ın amacı kesinlikle, kendi akidesini zorla benimsetmek değildir. Bununla beraber İslâm soyut bir "akide" de değildir. Dediğimiz gibi İslâm, insanın kula kulluktan kurtuluşunun genel bir ilânıdır. Önce, insanın insana egemenliği temeline, insanın insana ibadet etmesi temeline dayanan düzen ve hükümetleri yok etmeyi amaç edinir. Siyasal baskıyı kaldırdıktan, insanların akıllarına ve ruhlarına kendi davetini sunduktan sonra, kendi özgür iradeleriyle imanı seçip seçmeme konusunda onları serbest bırakır. Ancak bu, onların heva ve heveslerini tanrı edinmeleri anlamına gelmez. Onlara, kula kul olmayı seçme hakkını da vermez. Allah'ı bırakıp birbirlerini Rab edinemezler. Yeryüzünde insanlığa hükmeden sistemin temelinin yalnızca Allah'a ibadet etme olması gerekir. Bu da yasaların yalnızca O'ndan alınması ile gerçekleşir. Böyle bir düzenin gölgesinde her birey akide olarak neyi kabul etmek isterse onu kabul etsin. Böylece "din" bütünüyle Allah'a ait olmuş olur... Yani muhakeme, boyun eğme, tabi olma, ibadet, her şey Allah'a ait olmuş olur. Dinin anlamının akidenin anlamından daha geniş olduğu hatırlanmalıdır. Din yaşamı düzenleyen, ona hükmeden bir yöntem ve düzendir. İslâm'da din akideye dayanır. Ancak genel olarak o akideden daha kapsamlıdır, İslâmî düzende, bazı toplumlar onun akidesini kabul etmeseler bile, çeşitli cemaatler tek olan Allah'a ibadet temeline dayanan sisteme boyun eğerler. Yukarıda açıklandığı şekilde bu dinin yapısını kavrayan kişi, sözle yapılan cihadın yanında silahla yapılan cihadın zorunluluğunu kavrar. Dar anlayışla bunun bir savunma savaşı olmadığını görür. İslâm'daki cihadın düzenbaz, oryantalist saldırganların, günlük hayatın zorlukları karşısında hezimete uğrayanların tasvir ettikleri gibi bir "savunma savaşı" olmadığını anlarlar. O, yeryüzünde "insan"ın kurtuluşu için harekete geçen bir harekettir. Bunu gerçekleştirmek için çeşitli merhalelerde yapısına uyan bir takım yeni araçlar kullanır. İslâm'daki cihadı bir savunma hareketi olarak isimlendirmek durumundaysak, "savunma" sözcüğünün anlamını değiştirmemiz gerekir. Bunu, kendisini savunma olarak anlayabiliriz. İnsanın özgürlüğünü sınırlayan, kurtuluşunu engelleyen bütün engellere karşı "insanı savunma" olarak anlayabiliriz. Bu engeller itikad ve anlayışta kendini gösterebileceği gibi, İslâm'ın geldiği gün bütün yeryüzünde egemen olan ve bugünün cahiliyesinde ekonomik, sınıfsal ve ırksal temellere dayalı siyasal düzenler şeklinde de kendini gösterebilir. "Savunma" kelimesini bu geniş anlamda kullandığımızda, İslâm'ın yeryüzünde cihada başlamasının etkenlerini, cihadın özünü, ruhunu, İslâm'ın kendisini kavrayabiliriz: O da, insanın kula kulluktan kurtuluşunun bir ilanı, uluhiyyetin yalnızca Allah'a verilmesi; O'nun alemlerin Rabbi olduğunun kabul edilmesi, yeryüzündeki insanın heva ve hevesine dayalı egemenliğin yıkılması, insan hayatında ilahi kanuna, şeriate dayalı egemenliğin kurulmasıdır. Savunma savaşının günümüzdeki dar anlamıyla İslâmî cihad için bazı savunma gerekçeleri bulma, İslâmî cihad vakalarının yalnızca islâm ülkesini -ki bazılarına göre bu yalnızca Arap yarımadasıdır-komşu düşman güçlerin saldırılarından korunmak için yapıldığı iddiasını doğrulama girişimi, bu dinin yapısının, yeryüzündeki fonksiyonunun yanlış anlaşılmasından ileri gelmektedir. Bu aynı zamanda yaşanan hayat karşısında, İslâm'daki cihada düzenbaz oryantalistlerin hücumu karşısında bozguna uğramışlığın bir göstergesidir. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Bizans ve İran'lıların Arap yarımadasına olan düşmanlıklarından emin olsalardı, İslâm'ı yeryüzünün diğer bölgelerine 30 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) ulaştırmaktan vazgeçip yerlerinde otururlar mıydı acaba? Irk ve sınıf temeline dayalı devletlere, ekonomik ve siyasal düzenlere rağmen, bunların çıkardıkları sorunlara rağmen bu davet bu genişliğe nasıl ulaştı?! İnsanın bütün bir yeryüzünde, bütün bir insanlığın kurtuluşunu hedefleyen bir davetin önüne çıkan engeller önünde durması, bunlarla dille, tebliğle cihad etmesini düşünmek safdilliktir. O, ancak kendisiyle insanlar arasında engel bulunmadığı zaman dille, tebliğle cihad eder, özgürce onlara seslenir. Ve onlar bu durumda bütün etkilerden uzaktırlar. İşte bu noktada "dinde zorlama yoktur". Ama maddi engel ve etkiler varsa, insanın kalbine ve aklına seslenebilmek için öncelikle bunların yok edilmesi gerekir. Eğer cihaddan amaç, bir bütün olarak, uygun araçlara fiili yapıya karşı çıkan insanın kurtuluşunu hedefleyen bir ilân ise o zaman cihad, davet için bir zorunluluktur. İslâm teorik, felsefi tebliğle yetinmez. İster İslâm ülkesi -İslâmî deyimle Dar-ül İslâm- komşularının tehdidi altında bulunsun, isterse de bunlardan emin olsun, İslâm barış için uğraşırken, bunun sadece kendi halkının, İslâmî akideyi kabul eden kendi halkının yaşadığı küçük toprak parçasının emin, güvenlik içinde olmasını istemez. Barışı o, dinin tamamen Allah'a ait olması için ister. Bunun anlamı, bütün insanların tek olan Allah'a ibadet etmeleridir. Ve insanlar, Allah'ı bırakıp birbirlerini Rabler de edinmezler orada. Bu konuda bir hüküm verileceği zaman göz önünde bulundurulması gereken husus, cihad hareketinin ilk ve orta merhaleleri değil, Allah'ın bir emri olarak bize ulaşan son merhalesidir. İmam İbn-ül Kayyımın dediği gibi bu merhaleler şu şekilde neticelenmiştir: Tevbe suresinin inişinden sonra peygamberle ilişkide olan kafirler üç gruptaydı. Onunla savaş halinde olanlar, anlaşma yapmış olanlar ve zımmiler. Daha sonra anlaşma yapanlar ortadan kalktı. Geriye iki grup kaldı: Savaş durumunda olanlar ve zımmiler. Savaş durumunda olanlar O'ndan korkuyorlardı. Böylece insanlık üç gruba ayrılmış oldu: Müslüman olup O'na iman edenler, zımmiler, O'ndan korkan ve O'nunla savaş halinde olanlar. İşte bu, bu dinin yapısına, amaçlarına uygun düşen mantıksal, ilke ve kanundur. Hayatın zorlukları karşısında düzenbaz oryantalistlerin önünde bozguna uğrayanların anladıkları değildir. Allah müslümanlara Mekke'de ve Medine'ye yapılan hicretin ilk döneminde savaştan uzak durmalarını emretti. Ve onlara şöyle emredildi: '(SavaĢtan) elinizi çekin. Namaz kılın. Zekat verin." (Nisa, 77) Daha sonra buna izin verildi ve denildi ki: "Zulmedilerek kendilerine savaĢ açılan kimselerin karĢı koyup savaĢmasına izin verilmiĢtir. ġüphesiz Allah onlara yardım etmeye Kadir (gücü yeter) dir. Onlar haksız yere ve "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için yurtlarından çıkarılmıĢlardır. Allah insanların bir kısmını diğerleriyle yok etmeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çokça zikredilen camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah güçlü ve azizdir. Onları biz yeryüzünde hakim kılarsak, namaz kılarlar, zekat verirler, iyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar. ĠĢlerin sonucu Allah'a aittir." (Hacc, 39-41) Daha sonra cihad yalnızca onlarla savaşanlara karşı farz kılındı: "Sizinle savaĢanlarla Allah yolunda savaĢın." (Bakara, 190) Son olarak bütün müşriklerle savaşmaları farz kılındı. "MüĢrikler sizinle nasıl topluca savaĢıyorlarsa siz de onlarla topluca savaĢın." (Tevbe, 36) ve "Kitap verilenlerden, Allah'a ve Ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan hak dini din 31 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) edinmeyenlerle boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaĢın." (Tevbe, 29) İmam İbn-ül Kayyım'ın dediği gibi savaş önce yasaktı. Sonra izin verildi. Bir sonraki aşamada savaşa başlayanla savaşmak emredildi. Son aşamada ise bütün müşriklerle savaşma emri geldi. Cihadla ilgili Kur'an ayetlerinin kesinliği, buna teşvik eden peygamberimizin hadislerinin netliği, İslâm'ın başlangıcından bugüne dek tarihin şahid olduğu cihad olaylarının ciddiyeti; işte bütün bunlar hayat gerçeğinin baskısı önünde, düzenbaz oryantalistlerin İslâm'daki cihada karşı yaptıkları saldırılar karşısında bozguna uğrayanların yapmaya çalıştıkları bu tefsire imkân tanımaz! Bu konuda Allah'ın (c.c.) sözünü, Rasûlü'nün (s.a.v) sözünü duyan İslâm'daki cihad olaylarını inceleyen bir kişi kalkıp aslı astarı olmayan görüşlere dayanarak; bunun, yani cihadın sınırları korumakla kayıtlı olduğunu nasıl iddia edebilir? Allah (c.c.) mü'minlere savaş izni veren ayetlerin başında, bu dünya hayatının yapısındaki sürekli ve temel unsur olarak, yeryüzünden fesadı kaldırmak için insanların bazısının diğerlerini yük ettiğini belirtmiştir: "Allah insanların bir kısmını diğerleriyle yok etmeseydi; manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çokça zikredilen camiler yıkılıp giderdi." (Hacc, 40) Öyleyse bu, geçicilik değil, süreklilik özelliğine sahip bir durumdur. Şu yeryüzünde hak ile batılın birlikte yaşayamayacağının kesin bir ifadesidir. Ne zaman ki İslâm Allah'ın âlemlere olan Rabliğini hâkim kılma, insanın kula kulluktan kurtuluşu ilanında bulunmuşsa, yeryüzünde Allah'ın egemenliğini gasp edenler ona savaş ilan etmişler, kesinlikle onunla anlaşma ve uzlaşma yolunu tercih etmemişlerdir. O da böylece insanları onların egemenliğinden kurtarmak, "yeryüzünde insanı savunmak" ve bu işgalci gücü ortadan kaldırmak için harekete geçmiştir. Din büsbütün Allah'a ait oluncaya değin özgürlükçü cihad hareketinin kesinlikle son bulmayacağı sürekli bir durumdur bu. Mekke'de savaştan uzak durulması uzun bir planın bir merhalesinden başka bir şey değildi. Hicretin ilk döneminin de bundan farklı bir yanı yoktu. Medine'deki ilk dönemden sonra Müslüman cemaati harekete geçiren şey, salt şehrin güvenliğini sağlamak endişesi değildi. Bu atılması gerekli olan bir adımdı. Ve en son adım da değildi. Ancak o, insanın kurtuluşunu sağlayacak, insanı bu kurtuluştan alı koyan engelleri yok edecek bir amileyenin temelini atan, aracını belirleyen bir hedefti. Mekke'de Müslümanların silahla cihad yapmaktan uzak tutulması anlaşılabilir bir olgudur. Mekke'de davet için gerekli olan ifade özgürlüğü vardı. Peygamber (s.a.v) Haşim oğullarının silahlarının koruması altında açıkça davette bulunma imkânına sahipti. Böylece insanların kulağına, gönlüne ve aklına seslenebiliyor, onlarla yüz yüze gelebiliyordu. O'nu davette bulunmaktan alıkoyan insanların onu dinlemesini engelleyen örgütlü siyasal bir güç yoktu. Bu da, o aşamada bulunan bazı nedenlerden dolayıdır. Bunları Nisa sûresinin "kendilerine "elinizi savaĢtan uzak tutun, namaz kılın ve zekat verin" denilenleri görmedin mi?" âyetini Fi zilal-il Kur'an'da tefsir ederken özetledim. Bunun bir kısmını buraya alıntılamamın bir sakıncası yoktur: "ihtimal ki bu durum, Mekke döneminin belirli bir çevrede, belirli şartlar altında, belirli bir ulus için yapılan bir eğitim ve hazırlık dönemi olmasından dolayıdır. Özellikle bu tür bir çevredeki eğitim ve hazırlık döneminin hedeflerinden biri de kendisine ya da kendisine sığınan insanlara yapılan zulme sabredemeyen Arab insanının nefsini eğitmektir, terbiye etmektir. Böylece kendini nefsaniyet ve bencillikten soyutlayarak, hayata bakış açısı, onu harekete geçiren etkenler değişecekti. Bu terbiye ile sinirlerine hakim olmayı, önceki terbiyesi nedeniyle tepki 32 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) göstermemeyi, ani bir heyecana sürüklenmemeyi de öğrenecekti. Ruhunda ve hareketinde bir itidallik hakim olacaktı. Her işinde kendisine başvurduğu belli bir yöntemi olan örgütlenmiş bir yapıya uymayı öğrenecekti. Alışkanlıklarına, adetine ne kadar aykırı olursa olsun kendisine emredilenin dışında davranmayacaktı. Düzensiz ve kabilevî olmayan, belli bir yönetim mekanizmasına bağlı bulunan müslüman bir toplumun kurulması için, Arap insanının hazırlanmasında köşe taşını bu oluşturuyordu. Şundan dolayı da olabilir: Kureyş gibi şeref ve haysiyetine düşkün bir çevrede barışçıl bir davet daha etkili, daha güçlü, daha yapıcı olabilirdi. Böyle yapılmasaydı, Kureyş savaşa baş vurabilir, iş inada biner, daha önce Araplar arasında meydana gelen "Dahis", "Gubare" ve "Besüs" savaşları gibi uzun yıllar sürecek yeni kanlı çatışmalara yol açabilirdi. Böylece bu çatışmalar onların akıl ve zihinlerinde İslâm'la bağlantılı bir şekilde kalırdı. Bu iz bir daha silinmez, İslâm bir davet ve din olmaktan çıkıp, toplum arasında çatışma ve düşmanlıklara dönüşür, onu ayakta tutan temel amaç unutulur ve bir daha da hatırlanamazdı. Bu her evde bir savaş alanı açmak istenmediğinden de olabilir. Müslümanlara işkence yapan, zulmeden sistemli bir güç yoktu. İşkence ve zulüm kişilerin velileri tarafından yapılıyor, böylece terbiye (!) verilmiş oluyordu. Böyle bir ortamda savaşa izin verilmesinin anlamı, her evde bir savaş alanının açılması demekti. İleride, işte; İslâm bu denilecekti. İslâm savaştan uzak durulmasını emrettiğinde bile bu dendi. Hac ve ticaret için gelenlere Kureyş'in yaptığı propaganda şuydu: "Muhammed bırakın kavmini ve aşiretini, baba ile oğulun bile arasını açıyor." Eğer her evde, her mahallede çocuğa babasıyla, köleye efendisiyle savaşı emretseydi durum nice olurdu? Mekke'de cihada izin verilmeyişi ilk Müslüman olanlara zulmeden, eza eden, işkence eden, onları dinlerinden döndürmeye çalışan bir çok kişinin ileride İslâm ordusunun ihlaslı bir eri, hatta bir komutanı olacağını Allah'ın bilmesinden dolayı da olabilir. Ömer b. Hattab onlardan biri değil miydi? Kabile hayatı içindeki Arap insanının bir gelenek olarak. Eza ve cefaya katlanan, davasından dönmeyen mazlumdan yana tavır koymasından dolayı da olabilir. Özellikle aralarındaki saygın insanlar söz konusu olduğu zaman. Bu bakış açısının doğruluğunu gösteren bir çok olay vardır. İbn-i Duginne, değerli bir insan olan Ebu Bekir'in hicret etmesine, Mekke'yi bırakıp gitmesine gönlü razı olmamıştı. Bunda Arapları şanına ve şerefine yakışmayan bir husus görüyordu. Ona himayesine girmesini teklif etti. Yine açlık ve sıkıntı artınca Ebu Talib'in Haşimoğullarını kuşatan ablukayı kırması bu olayların birer örneğidir. Eskiden özgür olan, ancak bugün zillete boyun eğen bir toplumda zulme karşı susmamak, bir istihza, alay, alçaltına ve zalimi alkışlama konusu olabiliyor. Savaşa izin verilmeyişi, o vakit Müslümanların sayılarının az olmasından, davetin yarımadanın diğer bölgelerine hiç ulaşmamış ya da bölük pörçük ulaşmış olmasından dolayı da olabilir. Kureyşin kendi içinde çıkacak bir savaşta, işin sonunun nereye varacağını görmek isteyen kabileler tarafsızdılar. Sınırlı bir savaş durumunda az sayıdaki Müslüman toplumun öldürülmesi ve yok edilmesiyle, kendilerini öldürmeye çalışanların birçoklarını öldürmüş olsalar bile; şirk yeryüzünde baki kalacaktı. Müslüman toplum güçsüzleşecek, yeryüzünde İslâm'a ait bir düzen kurulamayacaktı. Pratik bir varlığı olmayacaktı. Oysa bu din bir hayat tarzı, pratik bir yaşam biçimi olsun diye gelmişti. Medine'ye yapılan hicretin ilk döneminde Allah Rasûlü'nün, Medine'li yahudilerle, Medine ve civarındaki müşrik Araplarla yaptığı anlaşma, o merhalenin gerektirdiği bir özelliktir. 33 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Birinci olarak orada davet ve tebliğ yapılabilecek bir ortam vardı. Hiç bir siyasal güç bunu yapmaktan O'nu alıkoymuyor, onunla insanlar arasına girmiyordu. Herkes yeni Müslüman devleti ve siyasi işlerde de Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) yönetimini kabul etmişti. Anlaşma, onlardan hiç kimsenin Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) izni olmaksızın barış yapmasına, savaş açmasına, bir dış ilişkiye girmesine imkân tanımıyordu. Şurası açıktır ki, Medine'de gerçek güç Müslüman yönetimindi. Davetin önünde açık bir alan vardı. İnsanlar, inanç konusunda seçim hürriyetine sahipti. İkinci olarak Peygamber (s.a.v.) bu merhalede, vaktini bu dine karşı çıkan Kureyş'e ayırmak istiyordu. Kureyş ile bazı üyeleri arasındaki problemin nereye varacağını beklemekte olan diğer kabilelerle kurulacak olan ilişki buna bağlıydı. Bundan dolayı Allah Rasûlü (s.a.v.) seriyyeler göndermeye başladı. İlk gönderilen seriyye hicretin yedinci yılı başlarında Ramazan ayında Hamza b. Abdulmüttalib komutasında idi. Sonra bunu dokuzuncu aydaki, onüçüncü aydaki, onaltıncı aydaki seriyyeler izledi. Daha sonra, onyedınci ayda, Receb'te, Abdullah b. Cahş (r.a.) komutasındaki seriyye, ilk kez çatışmanın meydana geldiği seriyye idi. Bu hadise haram bir ayda cereyan etmiş, binaenaleyh Bakara sûresinin şu âyetleri inmişti. "Sana haram ayda yapılan savaşı soruyorlar. De ki: "O ayda savaĢmak büyük bir suçtur. Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, Mescid-i Haram'a gitmeye engel olmak, halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük suçtur. Fitne çıkarmak ise öldürmekten daha hüyük günahtır. Güçleri yeterse dininizden döndürünceye kadar sizinle savaĢa devam ederler" (Bakara, 217) Daha sonra bu yılın Ramazan ayında Büyük Bedir Savaşı meydana geldi. Bununla ilgili olarak da Enfâl suresi indi. Hadiseye özellikleri açısından bakıldığında, yaşanan gerçekler karşısında, düzenbaz oryantalist saldırıları önünde bozguna uğrayanların dediği gibi İslâmî hareketin temelini dar anlamıyla savunma olarak tanımlamak mümkün değildir. İslâmî hareketi salt savunma nedenlerine indirgemeye çalışanlar bunu, Müslümanların gücünün kalmadığı, hatta Müslümanlara ait bir İslâm devletinin ortada kalmadığı bir zamanda, oryantalist saldırılar karşısında perişan bir halde yapmaktadırlar. Onlar İslâm'daki cihada edebi gerekçeler aramaktalar. Allah'ın (c.c.) kendilerine rahmet edip de, din toptan Allah'a ait olsun diye yeryüzünde insanı Allah'tan (c.c.) başka her şeyin otoritesinden kurtarmayı amaçlayan, İslâmi daveti gerçekleştirmeye çalışanlar bunların dışındadırlar. İslâmî hareket Kur'an ayetlerinin belirttiği gerekçelerin dışında hiç bir gerekçe ile açıklanamaz, buna ihtiyacı da yoktur: "O halde; dünya hayatı yerine ahireti alanlar, Allah yolunda savaĢsınlar. Kim Allah yolunda savaĢır, öldürülür veya galib gelirse; Biz ona büyük bir ecir vereceğiz. Size ne oluyor da Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu Ģehirden çıkar, katından bize bir kurtarıcı gönder, katından bize bir yardımcı lütfet" diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaĢmıyorsunuz? Mü'minler Allah yolunda savaĢırlar, inkâr edenler de tağut yolunda savaĢırlar. ġeytanın dostlarıyla savaĢın. ġeytanın hilesi gerçekten zayıftır." (Nisa, 74–76) "Ġnkâr edenlere, eğer savaĢtan vazgeçerlerse, geçmiĢlerinin affedileceğini ve tekrar baĢlarlarsa öncekilerinin hükmünün uygulanacağını söyle. Fitne kalmayıp, din toptan Allah 'a ait oluncaya kadar onlarla savaĢın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki, Allah onların yaptıklarını kesinlikle görür. 34 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Eğer yüz çevirirlerse bilin ki, Allah sizin dostunuzdur. O ne güzel dost, ne güzel yardımcıdır. " (Enfâl, 38–40) "Kitap verilenlerden, Allah'a, ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Resulü'nün haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaĢın. Yahudiler, "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hıristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri, sözdür. Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar. Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i Rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Allah'tan baĢkasına kulluk etmemekle emrolunmuĢlardı. Ondan baĢka ilah yoktur? Allah, onların Ģirk koĢtuklarından münezzehtir. Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır." (Tevbe, 29–32) Bunlar yeryüzünde Allah'ın ulûhiyetinin gerçekleştirilmesinin, insan hayatında düzenin kurulmasının, şeytani sistemlerin yok edilmesinin, insanların ibadet ettikleri beşeri güçlerin ortadan kaldırılmasının gerekçeleridir. İnsanlar yalnızca Allah'ın kullarıdır. Onun kullarından hiç kimsenin insanları kendine göre, heva ve hevesinden kaynaklanan şeriate dayalı bir sistemle yönetmesi caiz değildir. 'Dinde zorlama yoktur" ilkesinin yerleşmesi bunun için yeterlidir. Kulların sultasından kurtulup egemenliğin yalnızca Allah'a ait olduğu, dinin yalnızca Allah'a ait olduğu ilkesi kabul edildikten sonra, akideyi kabul etme zorunluluğu yoktur. Bunlar insanın yeryüzündeki genel kurtuluşunu açıklayan gerekçelerdir. İnsanlığın kurtuluşu insanları kula kulluktan kurtarıp ortağı olmayan, tek olan Allah'a ibadet etmeleri sağlanarak olacaktır. Bu tek başına yeterlidir. Bunlar Müslüman savaşçıların ruhlarında dipdiriydi. Onlardan hiçbiri tehdit altındaki vatanlarını savunmak, kendilerine saldıran Iran ve Bizanslılara karşı kendilerini korumak, şöhretlerini artırmak ya da daha fazla ganimet elde etmek vb. nedenlerle cihada çıkmadılar. Onlar Kadisiye savaşındaki İran ordusu komutanı Rüstem'e Rabi b. Amir, Huzeyfe b. Muhsin ve Muğire b. Şu'be'nin dediği gibi diyorlardı. Rüstem onlara savaştan önce üç gün arka arkaya şunu sordu: Niye geldiniz? Cevapları şöyleydi: "Ġsteyenleri kula kulluktan kurtarıp yalnızca Allah'a ibadet etmelerini sağlamak, dünyanın darlığından geniĢliğine kavuĢturmak, dinlerin zulmünden Ġslâm'ın adaletine ulaĢtırmak için Allah gönderdi bizi. Dinini yaratıklarına öğretsin diye de Peygamberini gönderdi. Kim bunu kabul ederse, onu kucaklayıp bağrımıza basarız. Onunla savaĢmaktan vazgeçeriz. Canını ve malını bırakırız. Kim de inkarda diretirse onunla ya cennete ya da zafere eriĢinceye kadar savaĢırız." Öte yandan bu dinin kendi yapısından, genel bildirisinden; belirli merhalelerde yenilenen araçlarla beşeri düzene bir bütün olarak karşı koyan pratik yönteminden ileri gelen bir gerekçe daha vardır. İslâm topraklarına ve oradaki Müslümanlara karşı bir düşmanlık tehlikesi olmasa bile başlangıcından bu yana kendiliğinden var olan bu gerekçe, salt sınırlı ve geçici savunmadan değil, yönteminin yapısından, gerçekçiliğinden, insan toplumlarındaki fiili engellerden kaynaklanmaktadır. Bu, müslümanın "Allah yolunda" canıyla, malıyla mücahid olarak hareket etmesi için yeterlidir. Uğruna yola çıkılan bu değerler kişisel bir yarar sağlamaz ona. Zaten kişisel bir yarar da onu bu yola çıkaramaz. 35 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Müslüman savaş alanında cihada başlamadan önce kendi nefsiyle, şeytanla, heva ve hevesiyle, istek ve arzularıyla, kendi aşiret ve kavminin çıkarlarıyla, İslâmi değerin dışındaki tüm değerlerle, en büyük cihada girişir. Ardından yalnızca Allah'a ibadet ve yeryüzünde O'nun egemenliğini kurma ve O'nun egemenliğini gasbeden tağuti güçlerin yok edilmesi ruhunu kuşanarak büyük cihada başlar. İslâm’daki cihadın "Ġslâm ülkesini" koruma olduğu konusunda gerekçeler arayanlar yöntemin yapısını görememekte ve buna ülke toprağından daha az bir değer vermektedirler. Bu değerlendirmeler İslâmî bakış açısını yansıtmamaktadır. Akide ve akidenin pratik bir boyut kazandırdığı yöntem ve bu yöntemin egemen olduğu toplum, işte bunlar İslâm'ı kavramada gerçek ve temel değerlerdir. Toprağın tek başına ne bir değeri, ne de bir ölçüsü vardır. İslâm düşüncesindeki toprakla ilgili her değer, orada Allah'ın düzeninin egemen olmasıyla bağlantılıdır. Bu şekilde toprak akidenin yurdu, yöntemin alanı, dar-ül İslâm'ın (İslâm ülkesi) ve insanın kurtuluşu için bir başlangıç noktası olur. Gerçekte "dar-ül İslâm"ın korunması akidenin, yöntemin ve bu yöntemin egemen olduğu toplumun korunması demektir. Ancak nihai hedef bu değildir. İslâm'daki cihadın en son amacı da bu değildir. Onun korunması, orada Allah'ın egemenliğinin kurulması için bir araçtır. Sonra bütün bir yeryüzüne, bütün bir insanlığa seslenmek için orayı kendine üs edinir. Çünkü insan, bu dinin konusu, yeryüzü de onun yaşadığı büyük alandır. Daha önce açıkladığımız gibi ilahi sistemin gerçekleştirilmesinin önünde devlet yönetiminden, toplum düzeninden, çevre şartlarından kaynaklanan maddî engeller vardır. İşte bunlar İslâm'ın insanlarla kendisi arasında bulunan engeller kalksın, onların vicdanlarına, akıllarına seslenebilsin diye güç kullanarak ortadan kaldırmak için harekete geçtiği şeylerdir. Daha sonra onları maddî boyunduruklardan kurtaracak, özgürce kendi seçimini yapmasına imkan tanıyacaktır. Oryantalistlerin cihad ilkesine yaptıkları saldırılara aldanmamalı, yaşanılan hayatın baskısına ve bunun uluslararası güçler dengesindeki ağırlığına dayanmalıyız. Yoksa İslâm'daki cihada bu dinin yapısının dışında; geçici, savunmaya dayalı edebî gerekçeler aramaya koyuluruz. Bu tür sıkıntılar olsa da olmasa da cihad, yoluna devam edecektir. Tarihi gerçek bize şunu gösterir: Bu dinin yapısı, genel tebliği, pratik yöntemi konusunda kişisel değerlendirmelerden uzak kalmalı, cihadla geçici savunma gerekçelerini birbirine karıştırmamalıyız. Gerçek şu ki, bu din kendine saldıranlara karşı kendini korumalıdır. Çünkü onun varlık nedeni, Allah'ın alemlerin Rabbi olduğunu, insanı Allah'ın dışındaki her şeye ibadet etmekten kurtarmak gerektiğini ilan etmektir. Bu varlık, cahili yönetimlere benzemeyen yeni bir yönetim altında; örgütlü, eylemci bir toplumda tezahür eder. Yeni doğan bu farklı ve bağımsız toplum hiç bir beşeri egemenliği tanımaz. Çünkü egemenlik, orada yalnızca Allah'a aittir. Bu dinin bu şekilde varlığı bile, çevresindeki kula kulluk temeline dayanan cahili toplumların; onu yok etmek ve kendi varlıklarını savunmak ve korumak için harekete geçmeleri için yeter de artar bile. O halde yeni toplumun kendini savunmak için harekete geçmesi zorunludur. Bu, İslâm'ın doğusuyla, ortaya çıkmasıyla zorunluluk kazanan bir durumdur. Katılıp katılmama konusunda seçeneği bulunmayan müslümanın üzerine kesin farz olan bir savaştır bu. Beraber yaşamaları mümkün olmayan iki varlık arasında meydana gelen doğal bir savaş. 36 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Bütün bunlar doğrudur. Bu açıdan bakıldığında; İslâm'ın kendi varlığını savunması kendine yüklenilen bir savaşa dalıp, kendini koruması kaçınılmazdır. Ancak, öte yandan bu doğrudan daha belirgin bir başka gerçek daha vardır: İslâm'ın var oluşunun gereği olarak, yeryüzünde insanı, Allah'tan başkasına ibadet etmekten kurtarmak, bu konuda sürekli ileriye doğru yürümektir. Ve bunun coğrafi sınırlarda kalması, ulusal sınırların içine hapsedilmesi mümkün değildir. İnsanoğlunu bütün bir yeryüzünde, Allah’tan başkasına ibadet ederek fitne ve fesadın içinde bırakmak mümkün değildir. İslâm, kendi bölgesel sınırları içinde kula kulluğa izin verip, genel kurtuluş, davet ve tebliğini yapmazsa, İslâm dışı güçler onu kendisiyle baş başa bırakırlar, İslâm'a saldırmamaya karar verirler. Ancak İslâm bunu istemez. O; cizye ödemek şartıyla O'nun egemenliğine boyun eğdiğini, egemen güçlerin hiçbir engel çıkartmaksızın davete kapılarını açmayı garanti ettiğini ilan etmesini ister. Bu dinin tabiatı budur, görevi de budur: Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğunu, bütün bir insanlığın Allah'tan başkasına ibadet etmekten sakınmasının tek kurtuluş olduğunu ilan etmek. Bu temel üzerine kurulu İslâm anlayışı ile, bölgesel ya da ulusal sınırlar içine sıkıştırılmış İslâm anlayışı arasında fark vardır, ikinci tür İslâm anlayışını ancak düşman korkusu harekete geçirir. Bu haliyle hareket noktasındaki öz değer ve gerekçelerini kaybetmektedir. Bu dinin, insani bir yöntem, bir grup insanın mezhebi veya herhangi bir ulusun nizamı değil de, Allah tarafından insan hayatının düzenlenmesi için ortaya konan bir sistem olduğu düşünüldüğünde, İslâmî hareketin dinamiği ve gerekçeleri, açık ve kesin bir şekilde ortaya çıkar. Biz ancak bu müthiş gerçeği kavrayamadığımız, sorunun, Allah'ın ulûhiyeti ve kula kulluk sorunu olduğunu unuttuğumuz zaman dış gerekçeler aramaya koyuluruz. Bu korkunç gerçeği kavradıktan sonra insanın İslâm'daki cihad için başka bir gerekçe araması mümkün değildir. İslâm'ın kendi öz varlığına saldıran diğer cahili toplumlarla seçeneği bulunmayan bir savaşa girişmek zorunda olduğunu öne süren İslâm anlayışıyla, var oluşu gereği harekete geçmesi ve bu savaşa girişmesini öne süren İslâm anlayışı arasında büyük bir fark yok sanılabilir. Yolların ayrıldığı noktadaki mesafe büyük görünmeyebilir. Her iki durumda da aynı savaşa giriştiği söylenebilir. Ancak nihai noktada, İslâmî anlayış ve kavranılan büyük, hatta tehlikeli bir şekilde değiştiren korkunç bir fark ortaya çıkar. Bir tarafta İslâm'ın, yeryüzünde Allah'ın ulûhiyetini hâkim kılmak, bütün insanlığın yalnızca Allah'a ibadet etmesini sağlamak için geldiği ifade edilmektedir. Bu hâkim kılma; insanların kula kulluktan kurtulup, kulların yalnızca Rabbine ibadet ettiği bir insan toplumu şeklinde tezahür eder. Onlara ancak Allah'ın egemenliğinin canlı bir şekilde yaşandığı, başka bir deyişle O'nun ulûhiyetinin hüküm sürdüğü şeriatı hükmeder. Egemen siyasal rejimin ya da toplumsal çevrelerin koyduğu yapay engel ve güçlükleri ortadan kaldırarak, insanların gönüllerine ve akıllarına seslenmek onun hakkıdır. İslâm'ı bu şekilde anlamakla, onu belli bir bölgede, kendi sınırları içinde yaşayan, kendine saldırıldığında savunma hakkını kullanan bölgesel bir sistem olarak anlamak arasında korkunç bir fark vardır. Bu bir anlayıştır. Öteki de ayrı bir anlayış... Her iki durumda da İslâm cihad etmektedir. Ancak bu cihadın dinamikleri, amaçları ve sonuçları konusundaki bütüncül anlayış, onu diğerinden ayırmaktadır. Bu, kendini plan ve yönelişte gösterdiği gibi itikatta da gösterir. 37 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) İlk olarak harekete geçmek İslâm'ın hakkıdır. O, bir ulusun dini, bir ülkenin düzeni değil, ilahi bir düzen, evrensel bir sistemdir. İnsanın özgürce seçim yapmasına engel olan düzen ve yaşam biçimlerini yani bütün engelleri yok etmek için hareket etmesi onun hakkı ve görevidir. O, kendi akidesine inanmalarını sağlamak için insanları zorlamaz. Ancak o, insan fıtratını bozan, seçim özgürlüğünü sınırlayan zararlı etkilerden insanları kurtarmak için Tağutî düzenlere ve kurumlara saldırır. İslâm'ın görevi, insanları kula kulluktan yalnızca Allah'ın kulluğuna götürmektir. Böylece Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğunun genel tebliği, insanların topluca kurtuluşu gerçekleşmiş olur. Hem İslâm düşüncesinde, hem de bilimsel düşüncede, ibadetin yalnızca Allah'a yapılabilmesinin, sadece İslâmî bir düzende gerçekleşebileceği su götürmez bir gerçektir. Allah'ın bütün kulları, hâkimimahkûmu, siyahı-beyazı, şereflisi-alçağı, fakiri-zengini için yasalar koyduğu ve hepsinin eşit şekilde buna uyduğu tek düzen bu düzendir. Diğer düzenlerde ise insanlar kullara ibadet etmektedir. Çünkü onlarda ulûhiyetin özelliklerinden olan yasama ile ilgili hususları kullardan almaktadırlar. Her kim ki insanlara yasa koyma hakkını kendinde görürse; fiilen ilahlığını iddia etmiş olur. İster bunu söylemiş olsun, isterse de söylemesin. Başka bir insan da, bu hakkın o insanda bulunduğunu kabul ederse, bunun adını koysun ya da koymasın, onun ilahlık hakkının bulunduğunu kabul etmiş olur. İslâm salt bir akide değildir ki, insanlara akidesini tebliğ etmekle yetinsin. O, bütün insanların kurtuluşunu sağlamak için ilerleyen örgütlü, dinamik bir toplumda yaşanan bir yaşam biçimidir. Başka topluluklar onun yöntemiyle kendi toplumlarının hayatlarını düzenleme imkânını ona tanımazlar. Bu düzenler genel kurtuluşun önünde engel olarak bulundukları için, İslâm'ın bunları yok etmesi gerekir. Daha önce de dediğimiz gibi bunun anlamı, dinin toptan Allah'a ait olmasıdır. Kula kulluk temeline dayalı toplumlarda olduğu gibi, orada başka bir itaat mercii yoktur. Günümüz gerçeği ve düzenbaz oryantalist saldırıları karşısında bozguna uğramış çağdaş Müslüman araştırmacılar bu gerçeği kabule yanaşmazlar. Çünkü oryantalistler İslâm'ı kılıç zoruyla yayılan bir hareket olarak sunmuşlardır. Ancak bu pis mikroplar gerçeğin bu olmadığını da çok iyi bilmektedirler. Onlar bu şekilde, İslâm'daki cihadın dinamiklerini karalamaya çalışırlar. Bu nedenle bozguna uğrayan tipler, kalkıp bu ithamı red faaliyetine girişmekte, savunma gereçlerine sığınmaktadırlar. Böylece İslâm'ın yapısından, görevinden, insanı kurtarma hakkından bihaber kalmaktadırlar. Bu bozguna uğramış çağdaş araştırmacıların anlayışlarını salt vicdanlarda yaşayan bir inanç olan, hayatı düzenlemekle hiç bir ilişkisi bulunmayan batı tipi bir din anlayışı köreltmiştir. Böylece cihad, vicdanla sınırlanmış olmaktadır. Ancak İslâm'da durum böyle değildir. İslâm, insanlık, hayatını buna göre düzenlesin diye Allah'ın gönderdiği bir sistemdir. O, ulûhiyetin -ki egemenlik biçiminde tezahür eder- Allah'a özgü kılınmasına dayanan bir düzendir. O, bütün ayrıntılarıyla günlük hayatı bir düzene koyar. Onun cihadı sistemin yerleşmesi, düzenin kurulması için yapılan bir cihaddır. Akide ise; bütün engeller kaldırıldıktan sonra, bu düzen içinde, kişinin kendisine bırakılan bir iştir. O zaman konu yeni bir boyut kazanmış olur. Her nerede ilahi bir düzenle yönetilen İslâmî bir toplum varsa, akide konusunu insanın kendi seçimine bırakarak, Allah Teala ona yönetimi elde etme ve sistemini kurma nimetini bahşeder. Allah (c.c.) bir müddet Müslümanları savaştan alıkoymuşsa bu, onun temel ilke oluşundan değil, hareketin gerektirdiği bir taktik oluşundandır. Bu sağlam temel doğrultusunda, farklı tarihi aşamalarda 38 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) inen sayısız Kur'an ayetlerini anlamamız mümkün olur. Ve böylece İslâmî hareket çizgisini belirleyen dönemsel ve genel prensipleri birbirine karıştırmayız. 39 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) LA İLAHE İLLALLAH HAYAT TARZIDIR! 40 Tek olan Allah'a ibadet etmek, kelime-i şehadette La ilahe illallah olarak ifade edilen İslâm akidesinin şartının ilk yarısıdır. Yine aynı ifadede yer alan Muhammedün Rasûlullah, yani ibadetin Allah Rasûlünden nasıl öğrenileceği ise bu şartın ikinci yarısıdır. Bu akide iki bölümüyle ancak mümin ve müslim bir kalpte bulunur. Çünkü bu ikisinin dışında kalan her şey imanın dinamiklerinden, İslâm'ın şartlarındandır. Bunlar da onun gereğidir. Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayra ve şerre inanmak, namazı, zekâtı, orucu, haccı, ifa etmek, hadleri, tazirleri, helal ve haramı, sosyal ve hukuki ilişkileri kabul etmek, kısaca bütün İslâmî emirler sadece ve sadece Allah'a ibadet etme ilkesine dayanır. Ve bütün bunların kaynağı Allah Rasûlunün, Rabbinden bize tebliğ ettiğidir. Müslüman toplum bu ilke ve bunun gereklerinin bir bütün olarak yaşandığı toplumdur. Çünkü bu ilke ve onun gerekleri yaşanmaksızın müslüman bir toplum olunamaz. Sonra şehadet kelimesi, La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah, bütün yönleriyle İslâm Ümmetinin hayat düzeninin üzerine kurulduğu bir temele dönüşür. Bu temel atılmadan bu hayat var olamaz. Aynı şekilde bu temel üzerine kurulmayan ya da onunla birlikte başka bir temele de dayanan veya kendisine yabancı bir temele dayanan hayatda İslâmî bir hayat olamaz. "Hükmetmek sadece Allah'ındır. O'ndan başkasına ibadet etmemenizi emretti. Dosdoğru olan din de budur. "(Yusuf, 40) "Kim de Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur."(Nisa, 80) Bu kısa ve öz ifadeler, bize; bu dinin dinamik hareketinin yapısı ile ilgili temel konularda kesin bir söz söylemekte yardımcı oluyor. İlk önce bize "Müslüman toplumun yapısı''nın belirlenmesinde yardım ediyor. İkinci olarak "Müslüman toplumun doğuş yöntemi "nin belirlenmesinde yardım ediyor. Üçüncü olarak "cahili toplumlara karşı koymada İslâmî yöntemin belirlenmesinde" yardımcı oluyor. Dördüncü olarak ise "beşeri hayat düzenine karşı koymada, İslâmî yöntemin belirlenmesinde" yardımcı oluyor. İşte bunlar, dün ve bugün İslâmî hareketin yöntemiyle ilgili temel sorunlardır. "Müslüman toplum"un yapısıyla ilgili ilk belirgin özellik bu toplumun her alanda yalnızca Allah'a ibadet etme ilkesine dayanmasıdır. Bu kulluğun niteliği kelime-i şehadette, la ilahe illallah, Muhammedün Rasûlullah cümlesinde ortaya çıkar. Bu ibadet hem itikadı düşüncede, hem ibadetlerde, hem de hukukî yasalarda kendini gösterir. Allah'ın (c.c.) vahdaniyetine (birliğine) inanmayan bir kul müslüman olamaz: "Allah, "iki tanrı edinmeyin. O ancak bir tek Tanrıdır. Sadece Ben'den korkun" dedi. Göklerde ve yeryüzünde her ne varsa O'nundur. Din de daima O'nundur. Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?" (Nahl, 51–52) Allah'tan başkasına veya O'nunla birlikte bir başkasına ibadet eden bir kul da Müslüman olamaz: "De ki "Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun hiç bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim."(En'am, 162–163) Kendisinin bize bildirdiğinin -bu, Allah Rasûlü (s.a.v.)dür- dışında bir yerden, bir kimseden hukukî yasa alan ve bunu kabul eden kul da Müslüman olamaz. "Yoksa Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortaklan mı vardır?” (En'am, 162) "Peygamber size neyi verdiyse onu alın. Neyi de yasakladıysa terk edin." (Haşr, 7) İşte bu Müslüman toplumdur. Bireylerinin inanç ve anlayışlarında olduğu gibi ibadetlerinde, toplumsal düzen ve yasalarında da tek olan Allah'a ibadet ilkesinin kendini gösterdiği toplum budur. Bu Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) alanlardan hangisi genel yapıdan ayrı düşerse, İslâmî yapı tümden ortadan kalkmış olur. Çünkü kelime-i şahadetin ilk bölümü ortadan kalkmıştır. 41 Dedik ki, Allah'a ibadet etmek, itikadî düşüncede ortaya çıkar. Burada İslâm itikadî düşüncesinin ne olduğunu açıklamamız yararlı olacaktır. Akidevî hakikatlerini Rabbani bir kaynaktan alarak insan idrakinde oluşan bir anlayıştır bu. Ve bununla insan Rabbinin hakikatine varır. İçinde yaşadığı, gördüğü ve görmediği, -evrenin, mensup olduğu hayatın- bildiği ya da bilmediği salt gerçeğine ulaşır. Bundan sonra bütün bu gerçeklerle olan ilişkisi ve tek olan Allah'a ibadet esasına dayalı Rabbiyle olan ilişkisi ile evrenle, canlılar âlemiyle, bütün insanlarla, insani kurumlarla olan, ilişkisinin temellerini Allah'ın dini oluşturur. Bunu da Allah Rasûlü tebliğ etmiştir. Ve bu ilişkilerde Tek olan Allah'a ibadet etmek hedefini gerçekleştirmeyi güder. Bu şekilde o bütün hayatı kapsar. Oluşması gerekenin böyle bir Müslüman toplum olduğu ortaya çıktıktan sonra, bunun nasıl doğacağı, bu doğuşun yönteminin ne olduğu soruları önümüze çıkar. Bir grup insan çıkıp bir bütün olarak tek olan Allah'a ibadet edip itikat ve anlayışta, ibadet ve muamelatta, düzen ve yasalarda O'ndan başkasına ibadette bulunmayı reddedip bütün hayatını bu halis ibadet temeli üzerine fiilen düzenlemeye başlar, gönlünü Allah'tan başkasına kulluktan, -O'nu inkar ederek veya O'na şirk koşarak- O'ndan başkasından hüküm almaktan arındırırsa, işte o zaman, ancak o zaman bu Müslüman cemaat oluşur. Ve bunun kuruluşu da müslümanca olur. Ama bir grup insan, yukarıda açıklandığı şekliyle; ihlasla Allah'a ibadet ettiğini ortaya koymazsa onlar Müslüman (müslim) olamazlar. Ve hayatlarını bu temel üzerine düzenleyemezler, toplumları da Müslüman (müslim) bir toplum olamaz. Bu, İslâm'ın ve bütün Müslüman toplumların üzerine bina edildiği kelime-i şehadetin her iki bölümüyle vücud bulmamasındandır. Bundan dolayı İslâmî toplumsal bir düzen ve buna dayalı Müslüman bir toplum kurmayı düşünmeden önce, daha önce açıkladığımız gibi, her ne şekilde olursa olsun bireylerin vicdanlarının Allah'tan başkasına ibadet etmekten arındırılması ve Müslüman bir cemaatte toplanmaları gerekir. İşte bu cemaatten Müslüman toplum doğar. Bu topluma, itikadıyla, ibadetiyle, kanunuyla tek olan Allah'a ibadet edenler, başka bir deyişle kelime-i şehadetin canlı bir şekilde yaşandığı bu toplumda yaşamak isteyenler katılır. İlk Müslüman toplumun kuruluşuna kaynaklık eden ilk Müslüman cemaatin doğuşu böyleydi. Her Müslüman cemaatin, her Müslüman toplumun doğuşu da böyle olacaktır. Şüphesiz Müslüman toplum ancak bireylerinin, insan gruplarının, Allah'tan başkasına -O'nu inkar ederek ya da O'na şirk koşarak- ibadeti terk edip tek olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibadete yönelmesiyle doğar. Sonra bu gruplar, bu ibadet temeline dayalı olarak hayat düzenini kurarlar. İşte o zaman, eski cahili toplumdan yeni bir akideyle doğan -ki bu da İslâm'ın ilk esasının iki bölümü olan la ilahe illallah Muhammedün Resûlullah'dır- bu akide temeli üzerine kurulan yeni bir hayat düzeni, eskisini reddeden yeni bir toplumun doğuşu tamamlanmış olur. Eski cahili toplum bütünüyle yeni İslâmî topluma isterse katılır, isterse katılmaz. Yeni Müslüman toplumla isterse barış yapar, isterse savaşır. Davet tarihi göstermektedir ki, Nuh'dan (a.s.) Muhammed'e (s.a.v) kadar istisnasız, bu toplumun doğuş merhalesinde -bu birey veya grup durumunda ya da bu toplumun fiilen kurulmasından sonra olabilir- cahili toplum barışı değil, sürekli savaşı tercih etmiştir. Doğaldır ki, yeni Müslüman toplum; cahili toplumun baskısına karşı koyacak, ona galabe çalacak, en azından direnmesini sağlayacak itikadî, fikri, ahlakî, psikolojik örgütsel, toplumsal ve diğer gerekli olan güçlere belli bir dereceye kadar sahip olmadıkça doğmaz, vücud bulmaz. Ancak "cahili toplum" nedir? Ona karşı çıkarken nasıl bir yöntem kullanılacak? Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) 42 Müslüman toplumun dışında kalan her toplum, cahili toplumdur. Kısaca tanımlamak istersek şöyle diyebiliriz: İbadeti yalnızca Allah'a özgü kılmayan toplumdur. Bu, ibadet itikat ve kanunlarda tevhidi olmayan bir görüntüye sahip olmadır. Bugün yeryüzünde bulunan bütün toplumlar fiilen bu "cahili toplum" tanımına girmektedirler. Sosyalist toplumlar bu tanıma girerler. Çünkü onlar Allah'ı ve O'nun varlığını inkâr etmişlerdir. Evrendeki "Fail-i Mutlak"ı maddeye ya da doğaya, insan hayatında ve tarihinde ise "ekonomi"ye ya da "üretim araçları"na indirgemişlerdir. Aynca bu düzende toplumun, halkın yönetimi ve egemenliğinin yürürlükte olduğu faraziyesiyle Allah'a değil de partiye ibadet edilmektedir. Bu anlayışın ve bu düzenin bir sonucu olarak 'insan'ın özellikleri yok edilmektedir. Bu da "temel ihtiyaçları"nın sadece hayvani ihtiyaçlar olarak ortaya konmasındandır. Yiyecek, içecek, giyecek, barınak ve şehvet!.. İnsanı hayvandan ayıran ruhî ihtiyaçlarını gözden ırak tutmaktadır. Bunların başında gelen Allah'a iman ve bunu sağlayacak olan seçim özgürlüğü ve ifade özgürlüğüdür. İnsanın insan oluşunun en belirgin özelliklerinden biri olan "bireyselliğini" ifade etme özgürlüğü de bu cümledendir. Bu, bireysellik melekesinde, iş ve uzmanlık seçiminde,"kendini" "hayvan ve araç"tan ayıran bütün özelliklerini sanatsal olarak ifade edişinde ortaya çıkar. Çünkü sosyalist düşünce ve sosyalist düzen, her ikisi de insanı havyanlık mertebesinden araç mertebesine indirir. Putperest toplumlar da -ki, Hindistan'da, Japonya'da, Filipinler'de, Afrika'da, hala bu tür toplumlar vardır- bu tanıma girerler. Çünkü onlar Allah'tan başka şeyleri tanrılaştırmaktadırlar. Ve bunlara ibadet etmektedirler. Allah'tan ve O'nun şeriatından başka şeyleri yasa koyucu olarak kabul edip, düzen kurmakta, kanun yapmaktadırlar. İster bu düzen ve kanunlar ulular, kâhinler, büyücüler tarafından konmuş olsun, isterse de Allah'ın şeriatına dayanmayan yasama gücünü elinde tutan laik sivil kurumlar tarafından. Çünkü o, halk, parti ya da başka bir şey adına yüce egemenliği elinde tutmaktadır. Oysa bu, sadece Allah'a (c.c.) aittir. Bu da ancak peygamberlere O'nun vahyettiği şekilde olur. Yeryüzündeki bütün Yahudi ve Hristiyan toplumlar da bu sınıfa dâhildirler. Çünkü onlar uluhiyeti O'na özgü kılmamışlardır. Tersine şu veya bu şekilde -O'na oğul isnad etme ya da teslis şeklinde O’na ortak (şirk) koşmuşlardır. Allah'ı kendi hakikatinin dışında algılamakta, yarattıklarının onunla gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ilişkide bulunduğu anlayışına sahip olmuşlardır. "Yahudiler "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar. " (Tevbe, 30) "And olsun ki, "Allah üçten biridir" diyenler kafir olmuşlardır. Halbuki tanrı yalnız bir tek Tanrı'dır. Dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan inkar edenler kesinlikle elem verici bir azaba uğrayacaklardır." (Maide, 73) "Yahudiler "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Dediklerinden dolayı elleri bağlansın, lanet o/sun! Hayır, O'nun iki eli de açıktır. Nasıl dilerse öyle sarfeder." (Maide, 64) "Yahudi ve Hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. "Öyleyse günahlarınızdan dolayı, size niçin azab ediyoruz?" de."(Maide, 15) Bozulmuş sapık itikatlarından kaynaklanan ve beslenen ayin, tören ve ibadetlerinden dolayı da bu tanıma girerler. Hem onlar egemenlik hakkının O na ait olduğunu tasdik etmişler, ancak ibadeti O'na özgü kılmamışlar, O'nun şeriatinden yardım düşmemişlerdir. Tersine yalnızca Allah'a ait olan egemenlik hakkını kendisine verdikleri beşeri kurumlar kurmuşlardır. Allah (c.c.), bu hakkı rahip ve hahamlarına verdiklerinden dolayı onları şirkle vasıflandırmıştır. " ... Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Oysa tek ilah'dan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilah yoktur. O, onların şirk koştuklarından münezzehtir." (Tevbe,31) Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) 43 Onlar rahip ve hahamlarının ilah olduklarına inanmıyorlar, onlara herhangi bir ibadette de bulunmuyorlardı. Yalnızca egemenlik hakkının onlara ait olduğunu kabul ediyorlar, onların kendileri için koydukları yasaları benimsiyorlardı. İşte buna Allah (c.c.) kesinlikle izin vermemişti. Bu gün bu hakkı rahip ve haham olmayan insanlara verenleri şirkle nitelemek daha uygundur. Son olarak bu cahili toplum tanımına kendim Müslüman sanan toplumlar da girer. Onlar bu tanıma, ibadeti Allah'tan başkasına özgü kılmalarından, O'ndan başkasına ibadet etmelerinden dolayı değil, ancak hayatlarını düzenlerken bu ibadeti sadece ve sadece Allah'a hasretmemelerinden dolayı girerler. Uluhiyeti O'ndan başkasına vermeseler bile, uluhiyyetin en büyük özelliğini O'ndan başkasına vermekte, düzenlerini, kanunlarını değer ölçülerini, adet ve geleneklerini, hemen hemen hayatın bütün dinamiklerini bun(lar)dan almaktadırlar. Allah yöneticiler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler var ya işte onlar kâfirlerin ta kendileridir."(Maide,44) Yönetilenler hakkında ise şöyle buyurur: "Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia, edenleri görmüyor musun? Onlar tağutların önünde muhakeme olunmak istemektedirler. Hâlbuki onları inkâr etmekle emrolunmuşlardı." (Nisa, 60) ayetiyle başlayan konu şu ayetle sona erer: "Hayır, Rabbe and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65) Allah, daha önce Yahudi ve Hıristiyanları, bugün kendilerinin Müslüman olduğunu söyleyenlerin kendi insanlarına dedikleri ve yaptıkları gibi O'nu bırakarak haham ve rahiplerini Rab edinmelerinden dolayı şirk, küfür ve Allah'a ibadet etmekten yüz çevirmekle nitelemiştir. Allah (c.c.) yahudi ve Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı Rab edinip O'nu ilahlaştırarak ibadet etmelerini şirk kabul etmiştir. Bu da diğeri gibi Tek olan Allah'a ibadetten, O'nun dininden, La ilahe illallah dairesinden dışarı çıkmaktır. Bu toplumlardan kimisi açıkça laik olduğunu, din ile bir alakasının olmadığını ilan ederken, kimisi de "dine saygılı" olduğunu ifade ediyor. Ancak bu (ikinci grup) dini toplumsal boyutundan soyutladığının farkında değildir. Onlar bunu yaparken vahyi inkar ettiklerini, hayatlarını ve düzenlerini "bilimsellik" üzerine kurduklarını belirtiyor, bunun nedeninin de "bilimin" "vahye" zıt olmasıdır, diyorlar. Bu, ancak kara cahillerin söylediği kuru bir zandır. Kimileri de fiili egemenliği Allah'tan başkasına veriyor, dilediği gibi yasalar koyuyor, sonra da kalkıp yaptıkları hakkında "bu Allah'ın şeriatıdır" diyorlar. Bu, Allah'a ibadet temeline dayanmayan bütün toplumlardaki ortak özelliktir. Bu gerçek ortaya çıkınca şunu görürüz: Bütün cahili toplumlara karşı İslâm'ın konumu kısaca şöylece özetlenebilir: O, bütün bu toplumların İslâmîliğini, meşruiyetini reddeder. İslâm bu toplumların taşıdığı farklı isim, etiket ve slogana bakmaz. O,yalnız bir tek şeye dikkat eder. O da bu toplumlarda hayatın,Tek olan Allah'a ibadet temeline dayanıp dayanmadığıdır. Diğer toplumlar gibi o da aynı niteliğe sahiptir: Cahiliyye... Bu bizi son soruna, bu gün, yarın ve son ana dek bütün bir beşeri oluşum karşısında İslâm'ın yönteminin ne olacağı sorununa götürür. "Müslüman Toplumun Yapısı" ile bunun her biriminin tek olan Allah'a ibadet temeline dayalı olarak kurulmasıyla ilgili bölümün ilk kısmında yaptığımız tesbitler burada bize yardımcı olacaktır. Bu özelliğin belirlenmesi şu soruya kesin bir cevap olacaktır: İnsan hayatının temeli nedir? Bu temel Allah'ın dini ve O'nun koyduğu yaşam biçimi mi, yoksa herhangi beşeri bir yapı mıdır? İslâm bu soruya hiçbir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kesin bir cevap verir: Bir bütün olarak insan hayatının dayanması gereken temel, Allah'ın dini ve O'nun koyduğu yaşam biçimidir. İslâm'ın ilk esası olan la ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah işte bu temel olduğu zaman Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) 44 bir anlam kazanır. Bir yankı bulur. Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) tebliğ ettiği ibadeti öğrenip yapmak, yani Allah'a yapılan bütün bir kulluk ancak bu temeli benimsemekle, kabul etmekle gerçekleşir. Bu temel şüphesiz ve tereddütsüz şu ayete uyar: "O size neyi verirse, onu alın. Neden sakındırırsa ondan uzaklaşın." (Haşr, 7) Sonra İslâm şöyle sorar: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" (Bakara, 140) Ve cevabını da verir: "Allah bilir, siz bilmezsiniz. "(Nur, 19) "Size ilimden ancak az bir şey verildi." (İsra, 85) Bilen O'dur -ki, O aynı zamanda hem yaratandır, hem de rızık verendir- Hükmeden de ancak O'dur. Hayat düzeni O'nun vazettiği dindir. Hayatın dayandığı temel O'dur. Beşeri sistemler, teorik yollar ve düzenler bozguncu ve yozlaştırıcıdır. O, yani beşerî düzen, "bilmeyenler"in, kendilerine ilimden ancak az bir şey verilenlerin bilgisine dayanır. Allah'ın dini kapalı ve karmaşık değildir. Vaz' ettiği, koyduğu hayat düzeni de belirsiz değildir. Kelime-i Şehadetin ikinci yarısıyla, Muhammedün Rasûlullah'la sınırlanmıştır. O, temel naslarla hükümlerle ilgili Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) tebliğ ettikleriyle çerçevelenmiştir. Eğer ortada bir nas varsa, hüküm o nasdır. Nas varken içtihada yer yoktur. Ancak nas olmadığı zaman heva ve hevese göre değil, Allah'ın dinindeki temel ilkelere göre sıra içtihada gelir: "Bir şey hakkında ihtilafa düştüğünüzde, onu Allah ve Rasûlüne havale edin." (Nisa, 59) İçtihadla, hüküm çıkarmakla ilgili temel ilkeler de belirsiz ve kapalı değil, apaçık hususlardır. Hiç kimse kalkıp açıkça egemenliğin sadece Allah'a ait olduğunu ilan etmeden koyduğu yasalar için bu Allah'ın şeriatidir, diyemez. Otoritenin kaynağı ne halk, ne parti ne de herhangi bir kişi değil, ancak Allah (c.c.) olmalıdır. Allah'ın ne istediğini, ne emrettiğini bilmek için O'nun kitabına, Rasûlü'ne dönülmelidir. Allah adına hükmettiğini iddia edenlere bu hak kesinlikle verilmemelidir. Bir zamanlar Avrupa'da "Teokrasi" adına, "kutsal hüküm" adına bunlara tanık olunmuştur. Böyle bir şey İslâm'da kesinlikle yoktur. O'nun Rasûlü'nden başka, O'nun adına konuşmaya hiçbir kimse yetkili değildir, bu hak ona verilmemiştir. Yalnızca ortada, Allah'ın teşrii ettiğini belirten açık naslar vardır. "Gerçeğe uygun din'' ifadesine kötü bir anlam yüklenmekte, ifade kötü bir şekilde kullanılmaktadır. Evet, bu din yaşanılan gerçek içindir. Ama hangi gerçek! İnsan fıtratına uygun, onun bütün ihtiyaçlarını karşılayan kendi yöntemine ve yapısına uyan, bizzat bu dinin kendisinde var olan bir gerçek. Bu ihtiyaçlar da yaratanın ve ne yarattığını bilenin bildirdikleridir: "Yaratan bilmez mi? O latifdir, herşeyden haberdardır. " (Mülk, 14) Din, ne olursa olsun hayat gerçeğini ikrar etmek, kendisinde onunla ilgili bir dayanak bulmak, kendini ifade için ödünç bir tabela aramak için onun karşısına çıkmaz. O, ancak onu kendi ölçüsüyle ölçmek, kabul edilecek olanı kabul edip reddedilecek olanı da reddetmek; eğer ona kesinlikle razı olmuyorsa başka bir hayat gerçeğini gerçekleştirmek içindir" İslâm'ın hayat gerçeği oluşu"nun anlamı budur. Doğru bir şekilde; bunun böyle anlaşılması gerekir. Belki şöyle bir soru akla gelebilir: İnsanların kendi hayatlarını kendileri düzenlemeleri maslahatlarına daha uygun değil midir? Bir kez daha İslâm'ın sorup cevabını da kendisinin verdiği soruya dönüyoruz: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" "Allah bilir, siz bilmezsiniz" İnsanın maslahatı Allah'ın indirdiğinde, Rasûlü'nün de tebliğ ettiği gibi O'nun şeriatindedir. Eğer maslahatları, onlara Allah'ın kendileri için koyduğuna karşı çıkmada görünüyorsa, o zaman bu konuda onlar vehim içindedirler: "Onlar sadece zanna ve nefislerinin istediklerine uymaktadırlar. Oysa onlara Rablerinden bir hidayet gelmiştir. Yoksa her umduğu şey insanın mıdır? Dünya da, ahiret de Allah'ındır." (Necm, 23–25) Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) İkinci olarak onlar "kâfirdirler". Maslahatın Allah'ın teşri ettiğinin dışında bir şeyde olduğunu iddia eden bir kimse bir an dahi bu din üzere kalamaz, bu dinin ehlinden olamaz. 45 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) 46 EVRENSEL DÜZEN İslâm itikadî yapısını, hem vicdan hem de günlük hayatta yalnızca Allah'a ibadet temeli üzerine kurup; bunun itikad, ibadet ve hukukta canlı olarak yansımasını amaçlarken, bu hareketin La ilahe illallah'ın pratik bir boyutu olduğunu vurgulamaktadır. İbadetin keyfiyetinin yalnızca Allah Rasûlü'nden alınması da Muhammedün Rasûlullah gerçeğinin altını çizmektedir. İslâm bütün bir yapısını La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah temel ilkesi üzerine kurarken bu özelliği ile insanlığın tanıdığı diğer bütün sistemlerden farkını ortaya koymaktadır. Bu, sadece insanı ve insanlığı değil de, bütün bir evreni, bütün bir insanlığı muhatap edinmesindendir. İslâm düşüncesi bu evrenin bir bütün olarak Allah'ın (c.c.) pratiği olduğu temeline dayanır. Allah bunun var olmasını istemiş ve o da oluvermiştir. Allah evrenin hareketini, evrenin parçaları arasındaki ilişkiyi sağlayan yasalar koymuştur. "Bir Ģeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz ona "Ol" demektir, o da hemen oluverir." (Nahl, 40) "O her Ģeyi yarattı, bir ölçüye göre düzenledi (takdir etti)." (Furkan, 2) Bu evrensel düzenin ardında onu düzenleyen bir irade, hareket ettiren bir güç, ilişkiyi sağlayan bir sistem vardır. Bu sistem, evrenin bütün birimleri arasındaki ilişkiyi düzenler, hepsinin hareketlerini ayarlar. Ne bir bozulma, ne de bir çatışma meydana gelir. Allah'ın (c.c.) dilediği ana kadar bu düzenli ve sürekli hareket durmaz. Çünkü bu evren onu düzenleyen iradeye, hareketini sağlayan güce, birimleri arasında ilişkiyi sağlayan sisteme boyun eğmiş, teslim olmuştur. Hiç bir zaman bu iradeye isyan etmesi, bu gücü inkâr etmesi ya da bu sisteme karşı çıkması kesinlikle düşünülemez. Allah'ın dilediğinin dışında hiç bir şey onun düzenini bozamaz: "Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yarattı ve sonra arĢa hükmeden, gündüzü durmadan kovalayan gece ile bürüyen, güneĢi, ayı, yaldızları, hepsini buyruğuna baĢ eğdirerek yaratan Allah'tır. Bilin ki yaratma da yönetme de Onun hakkıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah Yüce'dir." (Araf. 54) İnsan da bu evrensel varlığın bir parçasıdır. Onun fıtratına hükmeden yasalar, bütün bir evrenle hükmeden sistemden farklı bir şey değildir. Allah (c.c.) mahlukatı yarattığı gibi onu da yaratmıştır. O maddi olarak yeryüzündeki çamurdan yaratılmıştır. Çamura ilaveten Allah'ın verdiği özelliklerden insan meydana gelmiştir. Ancak Allah (c.c.) ona, bunları bir ölçüye göre vermiştir. Fizyolojik açıdan, isteyerek ya da istemeyerek, Allah'ın insan için koymuş olduğu sisteme boyun eğmek zorundadır. Onun kendi dilemesi ya da ana-babasının dilemesi ile değil, Allah'ın dilemesi ile yaratılır, var edilir. Ana-babası birleşirler. Ancak onlar bir cenini yaratma imkânına sahip değildirler. Hamilelik müddeti, doğum şartları tamamlanınca Allah'ın koyduğu sisteme göre çocuk doğar. Allah'ın yaratmış olduğu havayı, O'nun belirlediği miktar kadar ve şekilde teneffüs eder. Duygulanır, acı çeker. Acıkır, susar. Yer, içer. Yiyip içtiğini hazmeder. Kısaca yaşar... Kendi irade ve ihtiyaçlarına göre değil de, Allah'ın koymuş olduğu sisteme göre... Onun bu durumdaki konumu, diğer bütün yaratıklar gibi Allah'ın iradesine, gücüne ve sistemine kesin bir boyun eğmedir. Bütün bu evreni ve insanı yaratan, bütün bir evrenin boyun eğdiği sisteme insanı da boyun eğdiren Yüce Allah insana, doğadaki yaşama uygun bir şekilde Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) kendi yaşamını düzenlesin diye bir şeriat (düzen ve yasa) belirlemiştir. Buna göre şeriat, insan fıtratına, evrene hükmeden, her biri arasındaki ilişkiyi düzenleyen ilahi sistemin bir parçasından başka bir şey değildir. Allah'ın sözlerinden her biri, emri ve yasağı, vaadi ve vaîdi, yasaması ve yönlendirmesi, onun sisteminden başka bir şey değildir. Allah'ın ezelde yapısına koyduğu özellikler ve O'nun gücüyle her an gerçekleşen olaylar, bizim doğa kanunları yani evrensel ilahi kanunlar adını verdiğimiz kanunların doğruluğunu onaylamakta ve desteklemektedir. Bu yüzden Allah'ın insan hayatını düzenlesin diye koyduğu "şeriat" evrensel bir şeriattır (düzendir). O, evrensel sistemle bir ilişki ve uyum içindedir. Böylece insan hayatıyla içinde yaşadığı evren arasında bir ilişki ve uyumun gerçekleştirilmesi zorunluluğu doğmaktadır. İnsanın iç dünyasına hükmeden kanunlarla dış dünyasına hükmeden kanunlar arasında, psikolojik yapısıyla dış görünüşü arasında bir uyum sağlama zorunluluğu ortaya çıkar. İnsanlar varlıkla ilgili bütün kanunları kavrama imkânına sahip olmadıklarına, genel sistemi hatta kendilerine hükmeden, ona boyun eğdikleri sistemi bile anlayamadıklarına göre, insan ne kendi hayatıyla varlığın hareketi arasında, ne de kendi dünyasıyla dış dünyası arasında mutlak ve tam bir uyum gerçekleştirecek olan bir hayat düzeni ortaya koyamaz. Bunu ancak varlığı ve insanı yaratan, her ikisini kendi seçtiği ve razı olduğu tek bir sisteme göre idare eden yapabilir. Böylece; bu uyumu gerçekleştirebilmek için Allah'ın şeriatını uygulamak vacip oluyor. Bu, İslâm’ı, itikadı olarak gerçekleştirmekten daha önemlidir. İslâm birey veya toplum hayatında ancak yalnızca ihlâsla Allah'a ibadet edilerek, bu ibadetin keyfiyeti Allah Rasûlü'nden alınarak, yani İslâm'ın ilk şartı, La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah gerçekleştirilerek var olabilir. İnsan hayatıyla varlık sistemi arasında gerçekleştirilecek olan kesin bir uyum, hayatın bozulmasını önleyeceği gibi bütün bir insanlığın hayrınadır da. Onlar yalnızca bu durumda kendileriyle bir barış içinde yaşayabilirler. Varlıkla barış ise, hareketlerini varlığın hareketiyle, yönelişlerin onun yönelişiyle olan uyumuna bağlıdır. Kendileriyle barış içinde olmaları, hareketlerinin sağlam ve sağlıklı olmasından, fıtratlarının güdüleriyle olan uyumundan meydana gelir. Kişi ile fitratı arasında bir savaş çıkmaz. Çünkü Allah'ın şeriatı dış dünya ile iç dünya arasında kolay bir uyum meydana getirir. Bu uyumdan insanların ilişkilerinde, faaliyetlerinde başka bir uyum doğar. Çünkü bu takdirde onların hepsi tek bir yönteme tabi olmaktadırlar. Bu da varlık sisteminin bir parçasıdır. Bunlara ulaşmak; varlığın gizliliklerine, oradaki enerjilere, hazinelere vakıf olmak; bütün bunları kavgasız ve gürültüsüz bir şekilde bütün insanlığın iyiliğini gerçekleştirmek için Allah'ın şeriatına göre kullanmak gerekir. Ve bu, bütün insanlığın hayrına olur. "Allah'ın Ģeriatının karĢıtı insanların hevasıdır. "Eğer Hakk onların isteklerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi" (Müminun, 72) Öte yandan İslâmî bakış açısı, bu dinin dayandığı gerçek ile göklerin ve yerin dayandığı gerçeği birleştirir, dünya ve ahiret işini buna göre düzenler. Allah bununla hesaba çeker, haddi aşanları bununla cezalandırır. O, tek bir gerçektir. Artmaz, çoğalmaz. O, Allah'ın (c.c.) bütün durumlarda, bu varlık alemi için irade buyurduğu ve bu varlık aleminde her canlının ona boyun eğdiği evrensel varlık sistemidir. "And olsun ki, size, içinde şerefiniz bulunan bir Kitab indirdik. Akletmiyor 47 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) musunuz? Halkı zalim olan nice kasabaları kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka uluslar varettik. Onlar bizim baskınımızı hissettiklerinde, oradan kaçmaya koyuluyorlardı. "KoĢup kaçmayın, size nimet verilen yere, yurdlarınıza dönün, elbette sorguya çekileceksiniz," dedik. "Vay baĢımıza gelenlere!.. Gerçekten biz zalimlik yapmıĢız" dediler. Biz onları biçilmiĢ ot ve bir yığın kül haline getirinceye kadar haykırmaları devam etti. Biz gökleri, yeri ve o ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Eğlenme dileseydik ve bunu yapacak olsaydık, Ģanımıza uygun Ģekilde yapardık. Hakkı batılın baĢına çarparız ve onun beynini parçalar, böylece batıl ortadan kalkar. Allah'a yakıĢtırdığınız sıfatlardan ötürü yazıklar olsun size! Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Katında olanlar O'na ibadet etmekten çekinmezler. Ve usanmazlar. Gece gündüz bıkmadan teĢbih ederler." (Enbiya, 10–20) İnsan fıtratı, derinliklerindeki bu hakkı kavrar. Yaratılışın doğası, çevresindeki bütün varlığın doğası, fıtratına bu varlığın hakka bağlı olduğunu, hakkın orada aslî olduğunu, bir sisteme bağlı olup sarsılmadığını, ona giden yolların sapıtmadığını, birbiriyle çatışmadığını, ne azgın ve doyumsuz heva ve hevesine, ne de geçici ve anlamsız tesadüflere göre hareket etmediğini ilham eder. O, ancak çok ince ve duyarlı bir şekilde ayarlanmış kendi düzenine göre hareket eder. Sonra, insan ile fıtratı arasında meydana gelen ilk ayrılık, hevasının etkisiyle, derinliklerinde gizli bulunan haktan yüz çevirmesiyle olur. Bu da hayat düzenini Allah'ın şeriatından değil de, kendi hevasından aldığı, bütün evren ve varlık gibi Mevla'sına boyun eğmeyip, O'na teslim olmadığı zaman meydana gelir. İnsan ve çevresi arasında oluşan bu ayrılığın bir benzeri bireyler, toplumlar, milletler ve nesiller arasında da meydana gelir. Böylece gücü ve sermayesi, insanoğlunun mutluluk ve uygarlığını sağlayan araç olacağı yerde, bir yakıp yıkma, bir bozgun aracına dönüşür. Öyleyse yeryüzünde Allah'ın şeriatını hâkim kılmadaki görünen amaç salt ahiret için çalışmak değildir. Dünya ve ahiret, birbirini tamamlayan iki merhaledir. Allah'ın şeriatı ise insanın hayatındaki bu iki merhale arasında uyumu sağlar. Bütün bir hayatla ilahi sistem arasındaki uyumu da yine bu şeriat sağlar. Sistemle olan ilişki insanların mutluluğunu ahirete bırakmaz. Bilakis, onu ilk merhalede gerçekleştirir. Ahiret yurdunda ise; onu tamamlar, yetkinliğe kavuşturur. Bu, bütün varlık ve bu varlığın içinde yaşayan insana dair İslâm düşüncesinin temelidir. O, insanlığın tanıdığı bütün düşüncelerden ciddi ve öz bir şekilde ayrılır. O, diğer düzen ve ideolojilerde bulunmayan özelliklere dayanır. Bu düşüncede Allah'ın şeriatına sarılmak insan ve varlıkların hayatıyla, insanın fıtratına ve bu evrene hükmeden sistem arasındaki tam bir ilişkinin gereğidir. Sonra bu genel sistem ile insanoğlunun hayatını düzenleyen sistem arasındaki zorunlu anlaşma ve uyum, insanın yalnızca Allah'a ibadet etmesiyle gerçekleşir. Hiç bir insan zaten bu varlığın Allah'a yaptığı ibadeti kendisine yapmasını isteyemez. Bu zorunlu anlaşma ve uyuma, bu müslüman milletin babası İbrahim (a.s.) ile evrendeki yıldız ve cisimlere hâkim olduğunu iddia edemeyen, ancak yeryüzündeki kullara hükmetme hakkını kendinde gören zorba Nemrut arasında geçen konuşma işaret etmektedir. İbrahim (a.s.), evrende kim hâkim ise, insan hayatındaki egemenliğin ona ait olması gerektiğini söyleyerek onu susturdu. Şu delile cevap veremedi: "Allah kendisine hükümranlık verdi diye Ġbrahim ile Rabbi hakkında tartıĢanı görmedin mi? Ġbrahim, Rabbim diriltir ve öldürür, demiĢti. Ben de 48 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) diriltir ve öldürürüm, dedi. Ġbrahim, Allah güneĢi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene dedi. Kâfir, ĢaĢırıp kaldı. Allah zalimleri hidayete erdirmez." (Bakara, 258) Allah ne kadar doğru buyurdu: "Allah'ın dininden baĢka bir din mi istiyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde kim varsa; ister istemez O'na teslim olmuĢtur. Ve O'na döneceklerdir. "(Âl-iİmrân, 83) 49 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) 50 ĠSLAM BĠZATĠHĠ UYGARLIKTIR! İslâm, şu iki toplum türünden başkasını tanımaz: İslâmî toplum, Cahili toplum. "Ġslâmî toplum" akide ve ibadet, yasa ve düzen, ahlak ve sülük olarak İslâm'ın uygulandığı toplumdur... "Cahili toplum" ise İslâm'ın uygulanmadığı, akide ve düşüncesine, değer ve ölçüsüne, düzen ve yasasına, ahlak ve sülûkuna Allah'ın hükmetmediği toplumdur. Namaz kılsa, oruç tutsa, Kâbe’yi haccetseler de bu toplumun kanunu İslâm şeriatı değilse, bu insanların kendilerini müslüman olarak adlandırması, onu İslâm toplumu yapmaz. Allah'ın gönderdiğinin, Resulü'nün (s.a.v.) de açıkladığının dışında kişilerin kendilerince bir İslâm ihdas edip, örneğin "Modern Ġslâm" adı verilen toplum da İslâmî toplum değildir. "Cahili toplum", hepsinin de cahili olduğu çeşitli şekillerde tezahür edebilir: 1. Allah'ın (c.c.) varlığını inkâr edip tarihi, diyalektik materyalizm açısından yorumlayan "Bilimsel Sosyalizm" olarak adlandırılan ideolojiyi uygulayan bir toplum biçiminde ortaya çıkabilir. 2. Allah'ın varlığını inkâr etmeyen ancak O'na göklerin egemenliğini verip yeryüzünün egemenliğinden dışlayan, günlük hayatında O'nun şeriatını uygulamayan, insan hayatı için koyduğu değişmez değerleri göz önüne almayan, sinagoglarda, kiliselerde, camilerde Allah'a ibadet edilmesine izin verip kendi hayatlarında Allah'ın şeriatıyla hükmedilmesini yasaklayan bir toplum biçiminde de tezahür edebilir. O, bu haliyle Allah'ın (c.c.) şu ayetinde açıkladığı gibi O'nun yeryüzündeki ulûhiyetini inkâr etmekte, yok saymaktadır. "Gökte de, yerde de ilah olan O'dur." (Zuhruf.84) Böylece bu toplum, Allah'ın şu ayette belirttiği gibi O'nun dini üzere olmaz: "Egemenlik sadece Allah'ındır. Kendisinden baĢkasına ibadet etmemenizi emretti. Dosdoğru olan din budur." (Yusuf, 40) Böylece Allah'ın varlığını kabul etse, insanların sinagog, kilise ve camilerde Allah'a ibadet etmelerine izin verse bile, cahili toplum olur. Anılan özelliğiyle yalnızca İslâmî toplum "uygar toplum" dur. Bütün şekilleriyle cahili toplumlar "geri kalmıĢ toplum" lardır. Bu büyük gerçeğin açıklanması zorunludur. Bir zamanlar baskıda olan bir kitabımın adım "Uygar Ġslâmî Topluma Doğru" olarak ilan etmiştim. Sonra bundan vazgeçtim ve "uygar" kelimesini çıkardım. "Ġslâmî Topluma Doğru" başlığıyla yetindim. Bu değişiklik Fransızca yazan bir yazarın dikkatini çekti. Bunu, İslâm'ı, psikolojik bir savunma girişiminden kaynaklanıyor diye yorumladı. Bu, bilinçsiz girişimin, beni sorunun gerçek yüzünü anlamaktan mahrum ettiği için de üzdü. Ben bu yazarı mazur görüyorum. Bir zamanlar ben de onun gibiydim. Aynen şimdi onun düşündüğü gibi düşünüyordum. İlk kez bu konu hakkında yazmayı düşündüğümde, bu gün onun karşı karşıya bulunduğu gibi, ben de "uygarlığın tanımı" sorunuyla yüzyüze geldim. Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Henüz entelektüel ve psikolojik oluşumumdaki kültürel tortulardan kurtulamamıştım. İslâm anlayışına yabancı, dış kaynaklardan beslenen bir kültürdü bu. O zamanki açık İslâmî yönelişime rağmen bu böyleydi. Bu tortular anlayışımı daraltıyor, köreltiyordu. Bendeki "uygarlık" anlayışı Avrupa'daki gibiydi. Anlayışımı daraltıyor, beni doğru olana ulaşmaktan alıkoyuyordu. Sonra olay aydınlığa kavuştu. "Müslüman Toplum" "Uygar toplum"du. Çünkü "Uygar" sözcüğü boş bir şeydi. Yeni bir şey getirmiyordu. Tersine bu sözcük okuyucunun hissine benim anlayışımı karıştıran, beni doğru olana ulaşmaktan alıkoyan yabancı batılı zihniyeti hakim kılıyordu. Öyleyse ihtilaf "uygarlığın tanımı" üzerinde idi. O halde, bu gerçeğin açıklanması zorunludur. Yüce egemenliğin; ilahi şeriatın yönetime gelmesi şeklinde tezahür ederek, yalnızca Allah'a ait olduğu bir toplum modeli, insanın kesin olarak ve gerçekten kula kulluktan kurtuluşunun net bir ifadesidir. Ve bu aynı zamanda "insani uygarlık" olur. Çünkü insan uygarlığı, insanın tam ve gerçek bir kurtuluşunun temel ilkesini zorunlu kılar. Toplumdaki her birey belli bir yere sahip olmalıdır. Kimi insanların Rablik makamına geçerek kanunlar koyduğu, kimilerinin de bunlara uyduğu bir toplumda, hakikatte insanın ne özgürlüğünden, ne de değerinden bahsedilir. Biraz daha ileriye gidip "şeriat" sözcüğünün bugün zihinlerde sahip olduğu dar anlamıyla, hukuk yasalarıyla sınırlı olmadığını söyleyelim. Anlayışlar, yöntemler, değerler, ölçüler, adetler, gelenekler bunların hepsi, bireylerin baskısına boyun eğdiği yasalardır. İnsanların kimi bu baskıları yaparken, aynı toplumda diğerleri de bunlara boyun eğmektedir. İşte bu toplum, özgür bir toplum değildir. Daha önce de geçtiği gibi, bu ancak kiminin rab, kiminin de kul olduğu bir toplumdur. Bundan dolayı bu, geri kalmış bir toplum, ya da İslâmî terminolojiyle "cahili toplum" olmaktadır. İslâmî toplum yalnızca tek bir ilâhın hükümran olduğu toplumdur. Orada insanlar kula kulluğu terkedip yalnızca Allah'a ibadet ederler. Böylece insan uygarlığının ekseni olan, tam gerçek bir kurtuluşa ererler. Orada Allah'ın (c.c.) belirttiği şekilde onun değeri ortaya çıkar. Allah (c.c.) onun kendisinin halifesi olduğunu, mele'i âla'da ona verdiği şerefi ilan etmektedir. Bir toplumda bir araya gelmenin temel taşı akide, anlayış, düşünce ve hayat düzeni olunca, bütün bunların tek bir ilahtan alınması gerekir. Orada yüce yönetim egemendir. İnsanın insana ibadet ettiği toplumlardaki gibi yeryüzü rablerinden alınmaz. Bu bir araya gelme, insandaki en üstün değerler olan ruh ve fikirde dışa vurur. Bir toplumda bir araya gelmenin temel taşı da ulus, renk, ırk, toprak vb. şeyler olursa, bunların hiç biri insanın üstün özelliklerini yansıtmaz. İnsan ulus, renk, ırk ve topraktan sonra da insan olarak kalır. Ancak ruh ve fikirden sonra insan olarak kalmaz. Sonra o, kendi özgür iradesiyle akidesini, anlayışını, fikrini ve yaşam tarzını değiştirme hakkına sahiptir. Ancak hangi ırk içinde, hangi ülkede doğacağını belirleme hakkına sahip olmadığı gibi rengini ve ulusunu değiştirme hakkına da sahip değildir. İnsanların kendi özgür iradeleriyle seçme haklarıyla bir araya geldikleri toplumlar uygar toplumlardır. Kendi özgür iradeleri dışında bir araya gelen toplumlar da geri kalmış ya da İslâmî terminolojiyle "cahili toplumlar" dır. Yalnızca İslâmî toplum, bir araya gelmede akidenin temel taş olduğu toplumdur. Orada akide, siyahın, beyazın, kırmızının, sarının, arabın, Bizanslının, İranlının, Habeşlinin ve yeryüzündeki diğer ulusların bir tek ümmet halinde bir araya gelmesini sağlayan biricik bağdır. Onların Rabbi Allah'tır. Yalnızca O'na ibadet edilir. Orada en üstün, en muttaki olandır. Orada herkes eşittir. Bir kulun 51 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) değil, Allah'ın istediği bir iş için bir araya gelirler. Bir toplumda insanın "insanlığı" en yüce değer, "insanlığının" özellikleri de saygı ve itibar konusu olunca bu toplum uygar olur. Her ne şekilde olursa olsun, ister tarihin Marksist yorumunda olduğu gibi teorik olsun, isterse de insani değer ve özelliklerin uğruna heba edildiği, maddi üretimin en yüce değer kabul edildiği Amerika, Avrupa ve diğer toplumlardaki gibi maddi üretim şeklinde olsun, ne zaman ki "madde" en yüce değer kabul edilir, işte bu toplum, geri kalmış, İslâmî terminoloji ile cahili toplum olur. Uygar İslâmî toplum, maddeyi içinde yaşadığımız evreni oluşturan parçalar olarak görür. Kendisinden etkilenmemiz ve kendisini etkilememiz hasebiyle de maddi üretim planında maddeyi küçümsemez. Maddi üretim yeryüzünde Allah'ın halifesi olmanın dinamiklerindendir. Ancak bu, maddi üretim için insanın özellik ve dinamiklerinin, insanın özgürlük ve saygınlığının, aile kurumunun ve fonksiyonlarının, toplum ahlak ve mahremiyetinin, cahili toplumların yakıp yıktığı diğer yüce değer, erdem ve saygınlıkları ayaklar altına almak anlamına gelmez. İnsanî değerler ve insanî ahlak topluma egemen olursa bu toplum, uygar olur. İnsanî değerler, insanî ahlak; Marksist tarih yorumunun ve bilimsel Sosyalizmin sandığı gibi ne gizli kapaklı, bilinmeyen, ne de gelişen, değişen, sabit olmayan, bir temele dayanmayan kavramlardır. İnsanı hayvandan ayıran bu değerler ve ahlak, onda insanî özellikleri geliştirir. Ve bunlar insanın hayvanla ortak olmadığı yönlerdir. Sorun ortaya böyle konulduğu zaman, evrimci ve bilimsel sosyalistlerin öne sürdükleri sürekli hareketlilik fikrini kabul etmeyen, sorunu net olarak çözümlemeyen sabit bir anlayış ortaya çıkar. O vakit, ahlakî değerleri belirleyen çevre ve örf olmaz. Çevresel farklılığın dışında sabit bir ölçü vardır. O zaman ne tarım toplumu değer ve ahlakı, ne de sanayi toplumu değer ve ahlakı olur. Kapitalist ve komünist ahlak ve değerleri olmadığı gibi, burjuva ve proleterya ahlak ve değerleri de olmaz. Çevre, ekonomik düzey vb. diğer yüzeysel ve biçimsel değişkenlerden doğduğu iddia edilen ahlak da olmaz. Bütün bunların ötesinde insanî değer hükümleri ile, eğer ifade yanlış olmazsa, hayvani değer ve ahlak hükümleri vardır. İslâmî terminoloji ile ifade edersek: İslâmî değer ve ahlak, cahilî değer ve ahlak. İslâm, insanın onu hayvandan ayıran yönlerini geliştirirken, kendi değer ve ahlakını ortaya koyar. Bunların onda yerleşmesini, kökleşmesini, korunmasını amaçlar. İster tarım, isterse sanayi toplumu, ister çobanlık yapan bedevi, isterse yerleşik uygar toplum olsun- bu toplumların zengin ya da fakir olmaları fark etmez. İslâm, ahlak ve değerlerini korumaya çalışır. İnsanî özelliklerin yükselmesi, bunların hayvan düzeyine düşmemesi için uğraş verir. Çünkü değerler çizgisi hayvandan insana doğru yükselmektedir. Bu çizgi maddi uygarlıkla birlikte yükselmezse, uygarlık olamaz. O, ancak "geri kalmış" ya da "cahilî"dir. Ailenin toplumun temeli olduğu ve ailenin temeli, iki eş arasında "iş bölümü" ilkesine dayandığında, yeni neslin yetiştirilmesi, ailenin en önemli görevlerinden biri kabul edildiğinde bu toplum uygar olur. İslâmî düzende bu tür bir aile, önceki bölümde işaret ettiğimiz insanî değer ve ahlakın doğup geliştiği çevre olur. Yetişen nesilde bu apaçık görülür. Aile kurumunun dışında başka bir kurumda bunun gelişmesi imkansızdır. İfade ettikleri gibi, özgür cinsel ilişkiler sonu meydana gelen gayri meşru nesil toplumun temeli olunca, iki cins arasındaki ilişkiler, ailedeki görev ve iş bölümü ilkesine değil de, heva heves ve arzulara dayanırsa; kadının görevi süslenmek, azdırmak, fitne çıkarmak olursa; kadın yeni 52 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) nesli yetiştirmekle ilgili görevini ihmal ederse, şöyle ya da böyle otelde, gemide, uçakta işçi olursa; gücünü insan sanayisine değil de, maddi üretimin insan sanayisinden sözüm ona daha pahalı, daha değerli, daha şerefli olmasından dolayı, maddi üretim ve araç sanayisine harcarsa, işte o zaman bu toplum insanî ölçü ile uygarlık alanında geri kalmış ya da İslâmî terminoloji ile cahiliye toplumu olmuş olur. Aile ve iki cins arasındaki ilişkiler, toplumun uygar mı, geri kalmış mı, cahili mi, İslâmî mi olduğunu belirlemede kesin bir değere sahiptir. Bu ilişkilerde, hayvani değerlerin, ahlaksızlık ve çekişmelerin hâkim olduğu toplumlar sanayi, ekonomi ve bilimde ne kadar ilerlemiş olursa olsunlar, onların uygar toplum olmaları mümkün değildir. Bu, insanın gelişmesinin belirlenmesinde hata kabul etmeyen bir ölçüdür. Çağdaş cahili toplumlarda ahlak kavramı, insanı hayvan özelliğinden ayırarak dar bir anlamda ele alınmaktadır. Bu tür toplumlarda gayrı meşru cinsel ilişkiler ahlakî rezalet olarak değerlendirilmez. Ahlak kavramı neredeyse ekonomik ve -bazen de devlet çıkarı sözkonusu olduğunda- politik işlere münhasır kılınmıştır. Örneğin Christina Keller ile İngiliz bakan Brofuma arasındaki rezalet, İngiliz toplumuna göre cinsel yönden değil, Christina Kellerin bir Rus deniz ateşesinin kız arkadaşı olmasındandır. Bakanın bu kızla olan ilişkisi, devlet sırlarının açığa çıkma tehlikesini de beraberinde getiriyordu. İngiliz parlamentosuna söylediği yalan da bir rezaletti. Amerikan senatosunda da benzer örnekler bulmak mümkün. Rusya'ya kaçan İngiliz ve Amerikan casus ve görevlilerin yaptıkları rezaletler de gayri meşru cinsel ilişkilerden dolayı değil, devlet sırlarının ifşa edilmesi tehlikesi nedeniyle ayıp sayılmıştır. Orada burada bulunan cahili toplumlardaki yazar, gazeteci ve öykücüler genç kız ve kadınlara şunu söylüyorlar: Serbest ilişkiler ahlakî rezaletler değildir. Ahlaki rezalet bir delikanlının kız arkadaşını ya da kızın delikanlıyı aldatması, ona olan sevgisinde samimi olmamasıdır. Kötülük ve ayıp, kadının kocasına olan cinsel sevgisi öldüğü zaman hâlâ iffetini korumasıdır. Güzel olan ise vücudun kendisine emanet edeceği bir dost aramasıdır. Onlarca hikayenin ana konusu budur. Yüzlerce haber, karikatür ve fıkranın ana teması budur. Bu toplumlar geri kalmış toplumlardır, uygar değil!.. İnsanî bakış açısından, insanın ilerleme çizgisi açısından bu, böyledir. İnsanın gelişim çizgisi "hayvani arzuların" bastırılması, aile kurumuyla bir düzene konulması şeklindedir. Lezzetin gaye olmadığı, insanın görevlerinin yerine getirilmesi temeline dayanır. Bu çizgi, insanî özellikleriyle öne çıkan insanî uygarlığın mirasına sahip çıkacak yeni nesli hazırlama girişimidir. Bir neslin hayvani özelliklerden uzaklaşıp insanî olanlarla bezenmesi ancak emniyet ve duygusal istikrarın hakim olduğu, dış etkilerle sarsılmayan, iş bölümü temeline dayanan aile kurumuyla gerçekleşebilir. Yukarıda saydığımız kötü özelliklerin egemen olduğu bu tür bir ahlak anlayışına sahip, kendini cinsel ahlaktan soyutlayan toplumların bu insanî kurumu gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Bütün bunlardan dolayı İslâmî değer, ahlak ve emirler insana uygun olandır. Bu, evrim geçirmeyen kesin ölçüye göre, "İslâm" "uygarlık"; "İslâm toplumu" da "uygar toplum" olmaktadır. Son olarak insan ibadeti Allah'a özgü kılıp başkalarını bundan tenzih ederek doğru bir şekilde yeryüzünde kendisine verilen hilafeti gerçekleştirince... Bir olan Allah'ın nizamını kurmak, O'nun dışındakilerin yasallığını reddettiğinde... 53 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Bütün bir hayatına yalnızca Allah'ın şeriatı hakim olup, diğerlerinin muhakeme ve yargılamasını yadsırsa... Allah'ın kendisi için belirlediği ahlak ve değerlere göre yaşar, diğer ahlak ve değerleri elinin tersiyle ittiği zaman... Ayrıca, şu maddi hayat için Allah'ın koyduğu evrensel kanunları kabul edip, bunları hayatın ilerleyişi sürecinde Allah'ın kendisine bahşettiği bitki, nzık ve azıkların değerlendirmek için kullanırsa... -Ki bunları evrensel kanunların mührü yapmış, insana, hilafeti için gerekli olduğu kadar bu mühürleri açma gücünü de vermiştir. Yani yeryüzünde hilafeti Allah'ın belirlediği şekilde kavramak, rızık kapılarını açar, ham maddeyi işler, çeşitli sanayi kolları kurar, bütün tarih boyunca insanın elde ettiği bilimsel deneyimleri kullandığı zaman... Evet bütün bunlar olurken o bunların "Rabbani" olmasına gayret eder, bu şekilde, ibadeti Allah'a özgü kılarak Allah'ın hilafetini kurunca; işte o zaman, bu insan, uygarlığın en uç noktasına, bu toplum da uygarlığın zirvesine ulaşmış olur. İslâmda tek başına maddi gelişme, uygarlık olarak adlandırılmaz. Ancak cahiliye olur bu. Allah (c.c.) cahiliyyenin niteliklerini sayarken bu tür bir gelişmeden söz etmiştir: "Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boĢ Ģeyle mi uğraĢırsınız?" Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz Ģeyleri size haber verenden sakının, davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O vermiĢtir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum." (Şuara, 128–135) "Burada bahçelerde, pınar baĢlarında, ekinler, salkımları sarkmıĢ hurmalıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız? Artık Allah'tan sakının, bana itaat edin- Yeryüzünü ıslah etmeyip, bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin. " (Şuara, 146–152) "Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her Ģeyin kapısını açtık. Kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler. Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun ki zulmeden, milletin kökü böylece kesildi." (En'am,44–45) "Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin sahiplerinin bütün bunlara malik olduklarını sandıkları anda gece veya gündüz buyruğumuz o yere gelmiĢ ve sanki dünde yerinde yokmuĢ gibi orayı hiçbir Ģey bitmemiĢe çevirmiĢizdir. "(Yunus,24) İslâm, maddeyi, maddî üretim ve gelişmeyi hor görmez, aşağılamaz. Fakat o, ancak İslâmî bir yönteme göre yapılmış gelişme biçimini, Allah'ın kullarına verdiği bir nimet telakki eder. Onlara, bunun itaatlarına karşılık bir mükafat olduğunu muştular. "Dedim ki, "Rabbinizden bağıĢlanma dileyin, doğrusu O çok bağıĢlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin, sizi mal ve oğullarla desteklesin, sizin için bahçeler var etsin, ırmaklar akıtsın." (Nuh,10–12) "Eğer kasabaların halkı iman etmiĢ ve bize karĢı gelmekten sakınmıĢ olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını verirdik. Ama yalanladılar. Bu yüzden onları, yaptıklarına karĢılık yakalayıverdik. " (Araf, 96) Mühim olan, endüstriyel gelişimin dayandığı temel ve topluma egemen olan değer ölçüleriyle, bunların bütününden meydana gelen insanî uygarlığın özelliklerini oluşturan değerlerdir. İslâmî toplumun başlangıç temeli ve organik oluşumunun yapısı gereği onu, cahili toplumların kuruluş ve organik yapısını açıklayan bütün ideolojilerden farklı 54 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) kılar. İslâmî toplum, hareketin sonucudur ve hareket süreklidir Toplumu oluşturan kişilerin değer ve kıymetlerini o belirler. Görev ve sorumluluklarını o tayin eder. Bu toplumu doğuran hareket, başlangıç olarak yeryüzü sınırının ötesinde beşerî çevrenin dışındaki bir kaynaktan gelmektedir. Allah katından insana gelen bir akide olarak tezahür eder. Onlar için özel bir varlık; hayat, tarih, değer ve gaye anlayışı ortaya koyar. Onlar için, bu anlayışın yankısını bulduğu pratik bir yöntem belirler. Hareketin başladığı ilk nokta ne insanların kendilerinden, ne de evrenden kaynaklanmaktadır. O, dediğimiz gibi yeryüzü sınırının ötesinden, beşeri çevrenin dışından gelmektedir. Bu, İslâmî toplumu ve oluşumunu farklı kılan ilk özelliktir. O, insan çevresinin maddî âlemin dışındaki bir kaynaktan gelmektedir. Hiç bir insanın beklemediği, hesabını yapmadığı, işin başlangıcında insanın hiç bir katkısının bulunmadığı bu gaybî unsurla, İslâmî toplumun kurulması yolunda hareketin ilk adımları atılır, onunla birlikte ve Allah'ın izni ile bu gaybî kaynaktan kendisine gelen akideye iman eden insanın fonksiyonu da başlar. Bu akideye bir tek kişi iman ettiğinde İslâmî toplumun hukukî varlığı da başlamış olur. Bu bir tek kişi, akideyi kendisiyle sınırlamayacak onunla harekete geçecektir. Canlı bir hareketin doğası ve yapısı budur. O akideyi bu kalbe ulaştıran yüce değer, onu kesinlikle aşacağını bilmektedir. Yola devam edilecektir. Bu akideye inananların sayısı üçe ulaştığında akidenin kendisi onlara, "artık siz bir toplumsunuz; bağımsız, Ġslâmî, bu akideyi kabul etmeyen, daha önce iĢaret ettiğimiz temel değerlerin hâkim olmadığı cahili toplumdan ayrı bir toplumsunuz", der. Böylece fiilen İslâmî toplum kurulmuş olur. Bu üç kişi on kişiye, on kişi yüze ulaşır. Yüz kişi bin kişiye, bin kişi de onikibin kişiyi bulur. Böylece İslâmî toplumun varlığı gün yüzüne çıkar ve toplumsal yapı kurulmuş olur. Akidesiyle, anlayışıyla, değerleriyle, ölçüleriyle, varlığıyla, oluşumuyla cahilî toplumdan ayrılan; yeni doğan bu toplumla diğeri arasında, daha işin başlangıcında savaş başlar Başlangıç aşamasından bağımsız bir varlık aşamasına ulaşmış olan hareket o toplumdaki her bir bireyi seçip ayırır, ona İslâmî ölçü ve değere göre bir yer ve konum verir. Bu ölçü, kendini temize çıkarmadan, bunu ilan etmeden toplum tarafından kabul edilmiş olur. O vakit, kendinde ve toplumda hüküm süren akide ve değer ölçüleri, sosyal yapının yönelteceği bakışlardan kendisini gizlemesi için ona baskı yapacaktır. İslâm akidesinden, bunun üzerine kurulu toplumdan doğan hareket, hiç kimsenin gizlenmesine imkân tanımaz. Bu toplumun her bir bireyi hareket etmek zorundadır. Akidesi için, cam için, kendi toplumu için, bu organik toplumun kurulması için hareket etmek zorundadır. Çevresindeki cahiliye ile, kendisi ve çevresindekilerin nefislerindeki cahiliye kalıntıları ile savaş devam etmektedir. Cihad kıyamete dek sürecektir. Bu toplumdaki her bireyin konumu ve görevi hareket sırasında belirlenir. Bireylerle görevleri arasında uyumun sağlanmasıyla bu toplumun organik oluşumu tamamlanır. Bu doğuş ve gelişim, İslâmî toplumu diğerlerinden ayıran özelliklerden iki tanesidir. O, varlığı ve bileşimi, biçim ve biçemi, düzen ve uygulamaları ile ayrılır. Bunların hepsini bağımsız kılar. Kendisine yabancı sosyal düşünceleri tedavi ile uğraşmaz, kendi yapısına uzak bir yöntemle onları araştırmaz. Başka bir düzenden ödünç aldığı uygulamalarda da bulunmaz. Yaptığımız bağımsız uygarlık tanımında da görüldüğü gibi İslâmî toplum geçmişin kalıntılarını arayan, araştıran salt tarihî bir biçim değildir. Tersine o, bugünü araştırmakta, yarını düşünmektedir. O, bütün bir insanlığın hem bugün, 55 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) hem de yarın, ister ekonomik ve endüstriyel alanda gelişmiş, isterse de geri kalmış cahilî toplumlar olsun, bunların içinde bulundukları rezil durumdan kurtulup yükselmek için ulaşıp tanışması gereken bir amaçtır. Kısaca değindiğimiz değerler, insanî değerlerdir. İnsanlık onlara ancak "Ġslâm uygarlığı" döneminde ulaşabilmiştir. (İslâm uygarlığı deyimiyle neyi amaçladığımıza dikkat çekmek gerekiyor. O, bu değerlerin bulunduğu uygarlıktır. Bu değerlerden uzak kalıp yoksun olarak endüstriyel, ekonomik, bilimsel gelişme sağlamak değildir.) Bu değerler, hayalî değil, gerçekçi, uygulanabilir öğelerdir Sahih İslâmî kavramların hâkim olduğu bir düzende, insan çabasıyla gerçekleştirilmesi mümkündür. Egemen olan yaşam biçimine, endüstriyel, ekonomik, bilimsel gelişimine bakılmaksızın her çevrede gerçekleştirilebilir. O, Allah'a halife olmanın bütün alanlarında ilerlemeye karşı çıkmaz. Tersine kendi akidevî mantığı bunu teşvik eder. Ancak, bununla birlikte henüz bu alanlarda ilerlememiş ülkeler için eli kolu bağlı da duramaz. Uygarlık her yerde, her çevrede kurulabilir. Ama bu değerlerle edindiği maddî biçimlerin bir sınırı yoktur. Çünkü her çevre kendisinde fiilen var olan imkânları kullanır. Öyleyse İslâmî toplum biçimi, hacmi ve egemen olan hayat tarzı bakımından sabit tarihi bir şekil değildir. Ancak onun varlığı ve uygarlığı, sabit tarihi değerleri eksen edinir. "Tarihî" dediğimizde; sadece tarihin belli bir döneminde tanınmış değerleri amaçlıyoruz. Yoksa o ne tarihin bir eseridir, ne de zamanla bir ilişkisi vardır. O, insanî hayatın, maddi âlemin dışından Rabbani bir kaynaktan insanlığa gelmiş bir hakikattir. İslâmî uygarlığın maddi bileşim ve oluşumun da çeşitli biçimler edinmesi mümkündür. Ancak dayandığı temel ve değerler sabittir. Çünkü onlar bu uygarlığın dinamikleridir. Tek olan Allah'a ibadet etmek, akide temeli üzerine bir araya gelmek, insanın insanlığının maddeye üstünlüğü, insanın hayvanlığını değil, insanlığını geliştiren değerlerin üstünlüğü, ailenin saygınlığı, Allah'a verilen söz ve belirlediği şartlar uyarınca yeryüzünde hilafet ve bu hilafeti sırasında yalnızca Allah'ın yönteminin ve şeriatının hakemliğine başvurmak. Bu sabit değerler üzerine kurulan İslâm uygarlığının "biçimleri" endüstriyel, ekonomik, bilimsel gelişim düzeyinden etkilenir. Çünkü o, her toplumda fiilen var olanları kullanır. Sonra biçimlerin farklılaşması da zorunludur. Her düzey ve çevreden insanların İslâmî çevreye girmesi onun değer ve dinamiklerinden yararlanabilmesi için bu genişliğin getireceği farklılığı zorunlu kılar. Bu genişlik, uygarlığın beslendiği İslâmî akideye dayatılamaz. Ancak bu, onun kendi yapısından ileri gelir. Fakat bu genişlik başıboşluk değildir. Aralarındaki fark oldukça büyüktür. İslâm, Afrika topraklarında, çıplaklar arasında bir uygarlık kuruyordu. Çünkü salt onun orada bulunuşuyla çıplak vücutlar örtündüler. İnsanlar İslâmî emirlerin içerdiği örtü uygarlığına giriyorlardı. Yine onlar maddi âlemin hazinelerini elde etmek için tembelliği bırakıp canlı bir şekilde çalışmaya başlıyordu. Kabile ya da aşiret yapısından ümmet yapısına geçiyorlardı. Artık totemlere ibadet etmekten vazgeçip, âlemlerin Rabbine ibadete yöneliyorlardı. Eğer uygarlık bu değilse o zaman nedir? O, kendi ayakları üzerinde duran bir toplumun uygarlığıdır. İslâm başka bir topluma girdiğinde, sabit değerleriyle başka bir biçimde bir uygarlık kurar. Orada, o toplumun fiilen sahip olduğu imkânları kullanır. Böylece İslâm'ın yöntemine göre; endüstriyel ekonomik, bilimsel gelişmenin belirli bir noktasında uygarlığın kurulması duraksamaz. Uygarlık kurulurken 56 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) kendinde var olan ilerlemeyi kullandığında, onu ileriye götürür, amaçlarını yükseltir. Bunu sanki olmayanı yetiştirirken yaptığı gibi yapar. Gelişmesini üstlenir. Ancak hep bağımsız temellerine bağlı kalır. Onu bütün cahili toplumlardan ayıran ilk başlangıç noktasından doğan özel yapısı ve organik bileşimi, İslâmî toplum için sabit kalır. "Biz Allah'ın boyasıyla boyanmıĢızdır. Boyası Allah'tan daha iyi kim vardır." (Bakara, 138) 57 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) 58 ĠSLÂM DÜġÜNCESĠ VE KÜLTÜR Bir olan Allah'a ibadet, İslâm'ın ilk şartının ilk yarısıdır. La ilahe illallah'a uygun düşen anlam budur. Bu ibadetin nasıl yapılacağını Allah Rasûlü'nden (s.a.v.) almak ise bu şartın ikinci yarısıdır. "La ilahe illallah bir hayat tarzıdır" adlı bölümde açıklandığı gibi Muhammedun Rasûlullah'a uygun düşen anlam da budur. Bir olan Allah'a ibadet etmek yalnızca onu bir ilah edinmekte tezahür eder. Hem akide, hem ibadet, hem de hukuk olarak, müslüman, aynı bölümde açıklandığı gibi, Allah'tan başkasının ulûhiyetine, O'nu bırakıp yaratıklarından birine ibadet edileceğine, egemenliğin kullarından birine ait olacağına inanmaz. Orada ibadetin, itikadın, dince önemli konuların ve egemenliğin anlamını açıklamıştık. Bu bölümde ise "egemenliğin" anlamını ve bunun "kültürle" olan ilişkisini ele alacağız. İslâm düşüncesinde egemenliğin anlamı, hukukî konuları bir olan Allah'tan almak ve yalnızca onun hükmüne başvurmakla sınırlanamaz. İslâm'daki şeriatın anlamı da hukukî konularla; yargılama, usul, düzen ve kurumlarıyla sınırlanamaz. Bu dar anlam, şeriatın anlamını, İslâm düşüncesini yansıtmaz. "Allah'ın Ģeriatı" insan hayatının düzenlenmesi için Allah'ın teşri ettiği her şeydir. Bu, itikad ilkelerinde, yargılama ilkelerinde, ahlak ilkelerinde, davranış ilkelerinde, bilgi ilkelerinde tezahür eder. İtikad ve düşüncede, bu düşüncenin bütün dinamiklerinde uluhiyetin gerçekliğinde, görünen ve görünmeyen yönleriyle evrenin gerçekliğinde, yine görünen ve görünmeyen yönleriyle hayatın gerçekliğinde, insanın gerçekliğinde, bütün gerçeklikler arasındaki ilişkilerde, insanın onlarla olan alış-verişinde tezahür eder. Politik, sosyal, ekonomik kurumlarda, bunların Allah'a yapılan ibadete yansımasını sağlayan ilkelerde tezahür eder. Bu kurumları düzenleyen hukuki yasalarda tezahür eder. İslâm düşüncesinde gerçek anlamını yansıtmayan, çoğunlukla dar anlamıyla "şeriat" adı verilen şey budur. Ahlak ve davranış kurallarında, toplumda hüküm süren, toplumsal hayattaki kişi, eşya ve olayların kendisiyle bir kimlik kazanan değer ve ölçülerde tezahür eder. Sonra bütün yönleriyle "bilgi"de, düşünsel ve sanatsal yaşamın ilkelerinde de tezahür eder. Hukuk yasalarının Allah'tan alındığı gibi bütün bunların da, O'ndan alınması gerekir. Hukuktaki dar anlamıyla "egemenliğin" anlamı, yaptığımız açıklamalardan sonra sanırız, anlaşılmıştır. Bir noktaya kadar ahlak ve davranış kuralları toplumda hüküm süren değer ve ölçü konusu da anlaşılmıştır. Çünkü bir toplumda hüküm süren değer, ölçü, ahlak ve davranış kuralları doğrudan bu toplumda egemen olan düşünceyle ilişkilidir. Bu düşünceyi oluşturan akidevi gerçeklerin alındığı kaynaktan alınır bütün bunlar. İslâmî araştırma okuyucularına bile, garip gelen konu, düşünsel ve sanatsal Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) hayatın İslâm düşüncesine, onun Rabbani kaynağına bağlanmasıdır. Sanat alanında, bütün sanatın, insanın düşünce, duygu ve tepkilerinin, insanın varlık ve hayat biçiminin insanî bir anlatımı olduğu görüşünü içeren özgün bir kitap yayınlandı. Özet olarak sanatın, müslüman kişide, evren, insan ve hayata dair İslâmî düşünceyi yerleştiren, bunların evrenin, insanın ve hayatın yaratıcısıyla ilişkilerini belirleyen bir öğe olduğunu ifade ediyor. Sanat, insanın hakikatine, onun evrenin merkezi olduğuna, varlık gayesine, görevine hayat değerlerine dair özgün bir anlayış ortaya koyar. Bunların hepsi salt bir ideolojik düzen olmayan İslâm'ın düşünce sistemi içinde yer alır. Ancak o, itikadî, canlı, diriltici, etkin, gelişen insan varlığındaki bütün faaliyetlere egemen olan bir düşüncedir. (İslâm Sanatının Yöntemi, Muhammed Kutub) Düşünce hayatının İslâmî düşünceye, onun Rabbani kaynağına, Allah'a ibadet temeline bağlanması sorunu, bizden kapsayıcı bir açıklama beklemektedir. Çünkü bu açıklama okuyucularına -egemenlik ve yasamanın Allah'a ait oluğunu söyleyen müslümanlar da dahil- ters ve anlaşılmaz gelmektedir. Müslüman akideyle, varlığa dair genel düşünceyle, ibadetle, ahlak ve davranışla, değer ve ölçülerle, politik, ekonomik, sosyal düzenin ilke ve kurallarıyla, insan hayatının temellerinin ve insan tarihinin yorumuyla ilgili hususları bu Rabbani kaynağın dışındaki bir kaynaktan alma hakkına sahip değildir. Bunları da ancak dinine, takvasına itikadına güvendiği bir müslümandan alabilir. Kimya, fen, biyoji, astronomi, tıp, sanat, ziraat, sadece yönetim sanatı açısından yönetim, bilimsel çalışma ve savaş -sanatı açısından- yöntemleri vb. alanlarla ilgili bilgileri hem müslüman, hem de müslüman olmayandan alabilir. Müslüman toplumun kuruluş temellerinden biri de, bütün bu alanlarda yeterli sayıda elemanın yetiştirilmesini farzı kifaye olarak görmesidir. Bazı kişilerin bu konularda uzmanlaşması gerekir. Yeterli eleman yetiştirilmezse; bunun oluşacağı, yaşayacağı, çalışacağı, neticeleneceği ortam sağlanmazsa bütün bir toplum günah işlemiş olur. Ancak bu gerçekleştirilinceye kadar, müslümana düşen görev, bu bilimleri ve bunların deneysel uygulamalarını müslüman ya da gayrı müslimden almak, müslümanın ya da gayri müslimin çabasından yararlanmak, o alanda müslümanı ya da gayr-i müslimi çalıştırmaktır. Çünkü bu, iç meselelerle ilgili Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) şu sözünden kaynaklanmaktadır: "Siz dünya iĢlerini daha iyi bilirsiniz." Bu konular hayata, insana, evrene, varlık gayesine, görevine, çevresindeki varlıkla, bütün mahlûkatın yaratanla ilişkilerine dair İslâm düşüncesinin oluşumuyla bir ilgisi yoktur. Bunun ne fert ve toplum hayatını düzenleyen ilke, yasa, düzen ve kurumlarla ne de toplumuna hükmeden, toplumunu yoğuran ahlak, edep, gelenek, adet, değer ve ölçülerle bir alakası vardır. Bundan dolayı akidesine halel gelme ya da tekrar cahiliyeye dönme tehlikesi yoktur. Birey ya da toplum olarak insan hayatının yorumlanmasıyla ilgili olan konu, insanın kendisine, tarihsel hareketine bakış açısıyla bağlantılıdır. Metafizik kimya, astronomi, tıp vb. bilimlerin ilgilenmediği alandır- açıdan bu evrenin, hayatın, insanın kendisinin doğusuyla ilgili yoruma gelince; bu, akideyle doğrudan bir ilişkiye sahip olan., onun hayatını ve faaliyetlerini düzenleyen hukuki yasaların, ilkelerin kuralların yorumlanması gibidir. Müslüman bütün bunları, ancak dinine, takvasına güvendiği, bunları Allah'tan aldığını bildiği birinden alabilir. Mühim olan bunun, hissi hayatında müslümanın akidesiyle ilişkisinin olması; bir olan Allah'a ibadetin ya da La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah'ın bir gereği olduğunu bilmesidir. Müslüman bütün cahiliyye etkinliğinden yararlanabilir. Ancak bu, düşüncesi, bilgisi bu konularda böyle olsun diye değil, cahiliyenin nasıl sapıttığını tanımak 59 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) içindir. Bu, beşeri sapmaları İslâm düşüncesinin dinamiklerine, İslâm akidesinin gerçeklerindeki doğrulara indirgeyerek, bunların nasıl doğrultulacağını, nasıl düzeltileceğini öğrenmek içindir. Felsefî yönelişlerin, insan tarihinin yorumuyla ilgili yönelişlerin, genel yorumlar içermeyen gözlem ve değerlendirmelerin dışındaki psikolojik akımların, ahlak konularının, karşılaştırmalı dinler araştırmaları yapan akımların, gözlem, istatistik ve doğrudan elde edilen bilgilerin dışında, oradan çıkarılmış olan genel sonuçlar, yine ondan meydana gelen bütüncül kuralların dışında, sosyal ekol ve akımların hepsi, yeni olsun, eski olsun, cahiliye fikrinden doğan bu akımlar cahili itikadı düşünceden etkilenerek ortaya çıkmışlardır. Ve onlar hâlâ bu düşünceye bağlıdır. Hepsi olmasa bile; bunların çoğunun yöntemsel ilkeler bazında gizli ya da açık bir şekilde genelde dinî düşünceye, özelde ise İslâmî düşünceye düşmanlıkları vardır. Düşünsel etkinliklerin bu türlerindeki durum kimya, fen, astronomi, biyoloji, tıb vb. bilimlerdeki gibi değildir. Gerçek deney sınırını, bunun neticelerini kaydetme sınırını aşmayıp herhangi, bir şekilde bunlara felsefi bir yorum eklemedikleri sürece durum böyledir. Örneğin biyoloji sahasında Darvin'in delilsiz, mesnedsiz arzu ve isteğe dayanan gözlemleri sınırı aşan bir olaydır. Hayatın doğuşu ve gelişmesini yorumlarken tabiat aleminin dışında bir gücün varlığına gerek olmadığını ileri sürmüştür. Bu tür durumlarda, insanî çabaların bu alanlarda gülünç ve komik olarak göründüğü zamanlarda müslümanın yanında, Rabbinden gelen yeterli miktarda açıklaması vardır. Bunun ötesinde konu doğrudan doğruya akideyle, bir olan Allah'a ibadetle bağlantılıdır. "Kültür, insanî bir mirastır", vatanı, milliyeti, dini yoktur, hikâyesi pozitif bilimler söz kokusu olduğunda doğrudur. Bu, şu şartla geçerlidir: Bu alanın, bu bilimlerden elde ettiği sonuçları metafizik felsefî bir yoruma, insanın kendisine, faaliyetine, tarihine, sanata, edebiyeta, dair bir yoruma tabi tutmadığı sürece. Bunun ötesinde bu görüş, öncelikle akide ve düşünce sınırlarını yıkmayı amaç edinen dünya Yahudiliğinin bir tuzağıdır. Bu, yahudilerin bütün dünyaya hükmetmeleri içindir. Bu, uyutan, uyuşturan bir sözdür. Yahudiler bu şeytanî planlarıyla, öncelikle bütün insanlığı faizle işeyen Yahudi mâlî kurumlarının bir kölesi haline getiren, faize dayalı etkinliklerini rahatça yapma imkanlarını elde etmektedirler. İslâm pozitif bilimlerin, bunların deneysel uygulamalarının ardında iki tür kültürün olduğu görüşündedir: İslâm düşüncesinin kurallarına bağlı bulunan İslâm kültürü ile beşeri düşünceyi ilah yapma kuralına dayanan cahili kültür. İslâmî kültür düşünsel etkinlik ve insanı gerçekçilik alanlarının hepsini kapsar. Bu etkinlik ve canlılığını sürekli kılacak yeterli kural, yöntem ve özelliğe sahiptir. Bugünkü Avrupa endüstri uygarlığının bağlı bulunduğu deneysel metodun, başlangıçta Avrupa'da doğmadığını; ilkelerini, evrene, evrenin yapısına, gizli hazinelerine, enerjisine dair bilgileri İslâm düşüncesinden alan Endülüs ve Doğu İslâm dünyasındaki üniversitelerde doğduğunu bilmemiz yeterlidir. Sonra, Avrupa’daki bilimsel uyanış olan Rönesans, bu yöntemi kendine özgü kıldı. Bazısının kendi içinde, bazısının da dünya Hıristiyanlığı ve Yahudiliğinin saldırıları sonucu -ortaya çıkan nedenlerden dolayı bu yöntem İslâm dünyasında tedricen unutuldu, terk edildi. Daha sonra Avrupa iktibas ettiği bu yöntemi, İslâmî itikadı temellerinden ayırdı. Zamanla kesin bir şekilde onu Allah'tan uzaklaştırdı. Bu sırada kilise, Allah adına insanlara zulmediyordu. Böylece bütünüyle Avrupa düşüncesinin bir ürünü, her zaman ve her yerde cahili düşüncenin bir yansıması olarak İslâm düşüncesinin dinamiklerinden farklı 60 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) bir yapıda tezahür etmiştir. Aynı zamanda İslâm düşüncesinin azılı bir düşmanı olmuştur. Müslümana düşen, yalnızca kendi düşüncesinin dinamiklerine dönmesi, Rabbani kaynağın dışında başka bir kaynaktan bir şey almamasıdır. Sadece kalbinin ısındığı, dinine takvasına güvendiği muttaki bir müslümandan almaktır. İnsanın kendisine, varlığa, hayata, insanî etkinliğe, kurumlara, değerlere, ahlâka, geleneklere vs. bütün etkinliklere olan bakış açısını etkileyen akidevî kavramlarla ilgili bütün bilimlerde "ilmin âlimden ayrı" olduğu hikâyesini, İslâm tanımaz. İslâm kimya, astronomi, tıp, tarım, endüstri, yönetim vb. bilimlerde müslümanın gayri müslimden, ya da muttaki olmayan müslümandan ilim öğrenmesine müsaade eder. Bu durum, söz konusu ilimlerin elde edileceği muttaki bir müslümanın bulunmadığı zaman geçerlidir. Nitekim bugün kendilerini müslüman olarak adlandıran ancak dininden, yönteminden, Allah'ın hilafetinin gereği olan İslâm düşüncesinden, bu hilafet için gerekli olan bilim, tecrübe ve çeşitli yeteneklerden uzak olan Müslümanların içinde bulundukları durum budur. Ancak İslâm, müslümanın akide ilkelerini, düşünce dinamiklerini Kur'an'ın, hadisin, Peygamberin hayatını yorumlamayı, tarihinin yöntemini, ruhunu, toplum, hukuk ve yönetim düzenini, edebiyat ve sanatını yabancı bir kaynaktan almasına izin vermez. Bu satırların yazan, tam kırk yıldan beri okuyan biridir. Onun ilk alanı, insanî bilginin ana alanlarında; uzmanlık alanına giren ya da ilgilendiği konularda okumak ve bilgilenmekti. Sonra akidesinin, düşüncesinin kaynaklarına yöneldi ve bu geniş kültürün yanında bütün okuduklarının bir hiç olduğunu gördü. Zaten bunun başka türlü olması da mümkün değildi. Geçirdiği bu kırk yıla pişman da değildi. Çünkü cahiliyeyi gerçek yüzüyle, sapıklığıyla, saptırmasıyla değersizliğiyle bunalım vb. bütün yönleriyle tanıdı. Mümkün olmadığını yakinen gördü. Bununla beraber, yukarıda söylediklerim bana ait olan şeyler değildir. Çünkü konu şahsî görüşle açıklanmaktan çok daha geniştir. Böyle bir meselede, müslümanın kendi görüşüne dayanması Allah katında büyük bir sorumluluğu getirir. Bu ancak Allah ve Rasûlü nün sözüdür. Allah ve Rasülüne iman edenlerin ihtilafa düştüklerinde O'na ve Peygamberine başvurdukları gibi, burada da Allah ve Rasûlünün sözüne başvurmaları gerekir. Allah Teala genel bir ifadeyle Yahudi ve Hıristiyanların nihai hedefleri hakkında şöyle buyuruyor: "Kitap ehlinin çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü, iman ettikten sonra sizi küfre döndürmeyi isteseler de Allah'ın emri gelene kadar onları affedin geçin. Allah, muhakkak her Ģeye kadirdir."(Bakara, 109) "Kendi dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hristiyanlar senden asla hoĢnud olmayacaklardır. De ki, "Doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra Onların heveslerine uyarsan, and olsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur." (Bakara, 120) "Ey iman edenler! Kitap verilenlerin bir takımına imanınızdan sonra sizi kâfir olmaya çevirirler. " (Âl-i İmrân, 100) uyarsanız, 61 Hafız Ebu Ya'la'nın Hammad, Şa'bi, Cabir kanalıyla rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Kitap ehline bir Ģey sormayın. Çünkü onlar sizi doğru yola ulaĢtırmaz, sapıttırırlar. Yoksa siz ya bir batılı doğrulamıĢ ya da bir hakkı yalanlamıĢ olursunuz. Allah'a yemin olsun ki eğer Musa aranızda yaĢıyor olsaydı, ona, bana uymaktan baĢka Ģey helal olmazdı." Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Allah (c.c.) Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarla olan ilişkilerinin son şeklini kesin bir şekilde yukarıdaki ifadelerle tespit etmesinden sonra; İslâm akidesi, tarihi, toplum düzeni, politikası ya da ekonomisiyle ilgili yapılan araştırmalarda Yahudi ve Hıristiyanların iyi niyetli olduklarını zannedenler, ya da onların hayra, doğruya, nura yöneldiklerini sananlar ancak gafillerdir. Allah'ın sözünden ortaya çıkan şudur: "De ki, doğru yol ancak Allah'ın yoludur." Bu durumlarda müslümanın yönelmesi gereken tek kaynak budur. Allah'ın yolunun dışındakiler sapıklıktır. Ayetteki kasrın (kesinliğin) ifade ettiği gibi, onun dışındakiler doğru değildir: "De ki doğru yol ancak Allah'ın yoludur." Bu ayetin anlamında şüpheye yer olmadığı gibi tevile de gerek yoktur. Allah'tan yüz çevirip, ilgisini yalnızca dünya hayatına hasredene aldırmamayı, uzaklaşmayı emreden kesin bir emri ilahi vardır. Bu gibilerin ancak zannı bildiklerini ifade etmektedir. Müslüman ise, zanna uymaktan menedilmiştir. Onlar ancak dünya hayatının dış yüzünü bilirler. Doğru dürüst bir şey bilmezler: "Bizi zikretmekten yüz çevirenlere ve dünya hayatından baĢka bir Ģey istemeyenlere aldırma. Bu onların ulaĢtıkları bilginin düzeyini gösterir. Doğrusu Rabbin, yolundan sapmıĢ olanı pekiyi bilir, doğru yolda olanı da çok iyi bilir." (Necm, 29–30) "Onlar, dünya hayatının habersizler." (Rum, 7) dıĢ yüzünü bilirler. Onlar ahiretten 62 Allah'ın zikrinden gafil olup; sadece dünya hayatını isteyenler, günümüzün bilginleridir. Ancak bu dış görünüşü bilirler. Müslümanın bütün işleri için güvenerek alabileceği ilim bu değildir. Sadece maddi olan ilimden alması caizdir. Hayata, insana, düşünsel bağlantılarına dair bir yorum, bir açıklama alamaz. "Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?" (Zümer, 9) ayetinde işaret edilen övülen ilim, bu ilim değildir. Kur'an ayetlerinin anlamlarını yanlış anlayıp öylece değerlendirenler, kendi görüşleri için bunu delil göstermektedirler. Bu takriri soruyu ayetin bütünü içinde değerlendirmek gerekir. Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu? "De ki: "Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alır." (Zümer, 9) Geceleyin secde eden, ayakta duran, boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen bilgindir ancak. Ayetin işaret ettiği; Allah'a ve takvaya ulaştıran ilim budur. Fıtratı bozan; Allah'ı inkâr eden değil. İlim akide, dini fariza ve ibadetlerle sınırlı değildir. İlim her şeyi içerir. Doğa yasalarıyla, bunların yeryüzünde Allah'ın halifesi olan insana amade kılınmasında; akide, fariza ve ibadetlerle bağlantılı kılınmasıyla ilgilidir ilim. Fakat imanî temelden yoksun olan ilim, Kur'an'ın kasdettiği, ehlini övdüğü ilim değildir. İman ile astronomi, biyoloji, fen, kimya, jeoloji arasında yine varlık sistemiyle, canlı kanunlarıyla ilgili olan diğer ilimler arasında bir ilişki vardır. Allah'tan uzaklaşmış sapık arzular kullanılmazsa; bütün bunlar insanı Allah'a götürür. Üzülerek belirtmek gerekir ki, özellikle Avrupa'da kilise ile ilim adamları arasında meydana gelen hadiseler yüzünden Rönesans yıllarında Avrupa anlayışı bu durumdaydı. Sonra Rönesans, bütün bir Avrupa düşüncesinde, Avrupa düşünce yapısında derin etkiler bıraktı. İster felsefe, metafizik, isterse de görünürde din konusuyla bir ilgisi olmayan pozitif bilimler olsun, bütün bilimler, kısaca Avrupa düşüncesinin ürettiği her şey, yalnızca kilise ve kilise düşüncesiyle sınırlı kalmayan, genelde bütün dini düşüncelere düşmanca bir anlayış geliştirmişlerdir. Avrupa düşünce ekolleri ve vardığı sonuçlar, bilginin her alanında dinî düşünceye düşmanlık temeline dayandığı kabul edildiğinde bunların, özellikle İslâm düşüncesine aşırı bir düşman olduğu açığa çıkar. Ayrıca bu düşmanlığı Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) özel olarak yapmaktadırlar. Belli bir plana göre İslâm akide, düşünce ve kavramlarını sulandırmaya; müslüman toplumun ilkelerini, dinamiklerini yıkmaya çalışmaktadırlar. İslâmî araştırmalarda, Avrupa düşünce yöntemlerine, sonuçlarına güvenmek, büyük bir gaflet olur. Pozitif bilimleri alırken konuyla ilgili felsefî bir şey olup olmadığı konusunda oldukça dikkatli olmalıyız. Çünkü bu felsefî yorumlar temel olarak, genelde dinî düşünceye, özelde ise İslâmî düşünceye düşmandırlar. Saf İslâm kaynaklanın zehirlemek için az bir miktar yeterlidir. 63 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) 64 MÜSLÜMANIN MĠLLĠYETĠ AKĠDESĠDĠR! İslâm insanlığa ilişkiler, değerler, ölçüler ve bunların alındığı kaynağa dair yeni bir anlayış getirmiştir. İslâm insanı Rabbine döndürmek; varlığını, hayatını, ölçü ve değerlerini aldığı yeri en yüce otorite kılmak için gelmiştir, ilişki ve bağlantılarını ona göre ayarlar. Ondan gelmiş, yine ona dönecektir. İnsanları Allah'a bağlayan bir tek bağın olduğunu vurgulamak için gelmiştir. Bu olmazsa, ne bir saygı, ne de bir sevgi kalır: "Babaları veya oğulları veya kardeĢleri ya da akrabaları olsa bile, Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir milletin Allah'a ve peygamberine karĢı gelenlere, sevgi beslediklerini göremezsin. "(Mücadele, 22) Allah'a ait çok değil, bir tek hizb (parti, grup) vardır. Diğer hizbler şeytana ve tağuta aittirler: Allah'a ulaştıran tek bir yol vardır. Diğer yollar çeşnilikle ona ulaştırmazlar: "Bu "Ġman edenler Allah yolunda savaĢırlar. Kâfirler ise tağut yolunda savaĢırlar. ġeytanın dostlarıyla savaĢın, gerçekte Ģeytanın hilesi zayıftır." (Nisa,76) “Dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düĢürecek yollara uymayın." (Enam, 153) İslâmî olan tek bir düzen vardır. Onun dışındakilerin hepsi cahilidir. “Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide, 50) Tek bir şeriat vardır. O da İslâm Şeriatıdır. Diğerleri heva ve hevese dayanan düzenlerdir: "Sonra, seni de din konusunda bir Ģeriat sahibi kıldık, ona uy. Bilmeyenlerin heveslerine uyma!" (Casiye, 18) Ve meydanda çok değil, yalnızca tek bir hakikat vardır. Diğerleri sapıklıktır: "Hakikatin dıĢında sadece sapıklık vardır. Öyleyse nasıl olup da döndürülüyorsunuz?" (Yunus, 32) Üzerinde İslâm devletinin kurulu bulunduğu, Allah'ın şeriatının egemen olduğu, hadlerinin uygulandığı Müslümanların birbirlerinin velileri olduğu tek bir dar (ülke) vardır. O da dar-ül İslâm'dır. Onun dışındakiler dar-ül harp'tir. Müslümanın onunla ilişkisi ya savaştır, ya da ahd-i eman yapmaktır. O dar-ül İslâm değildir. Oranın halkıyla müslümanlar arasında bir velayet (dostluk) da yoktur: "Doğrusu iman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, iĢte bunlar birbirlerinin velisi (dostu) dirler. Ġman edip, hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaĢma olmayan topluluktan baĢkasına karĢı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah iĢlediklerinizi görür, inkâr edenler, birbirlerinin velisi (dostu) dirler. Eğer siz birbirinizle dost olmazsanız yeryüzünde kargaĢalık, fitne ve büyük bozgun çıkar, iman edip hicret eden, Allah yolunda savaĢanlar ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, iĢte onlar gerçekten mü'min olanlardır. Onlara mağfiret ve cömertçe verilmiĢ rızıklar vardır. Sonra iman edip hicret eden ve sizinle birlikte savaĢanlar, iĢte onlar sizdendir." (Enfal, 72–75) Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) İslâm böyle bir bütünlük ve kesinlikle insanı yükseltmek, onu toprak ve kan bağından kurtarmak için gelmiştir. Allah'ın şeriatının hâkim olmadığı, onunla mensupları arasındaki ilişkilerin Allah esasına dayanmadığı yer müslümana vatan olamaz. Onu, İslâm ümmetinin, İslâm ülkesinin bir üyesi yapan akidesinin dışında bir milliyeti de yoktur. Müslümanın Allah'a imandan kaynaklananın dışında bir yakınlık bağı da yoktur. Yaratan'a iman edip, sonra akrabalık buna eklenmedikçe; müslümanın babasıyla, anasıyla, kardeşiyle, aşiretiyle yakınlığı gerçekleşmez: "Ey Ġnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eĢini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren, Rabbinizden sakınıp korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten sakının." (Nisa. 1) Bu, Müslümanlara düşman olan cephede olmadıkları müddetçe; akide farkına rağmen ana-babayla güzel bir şekilde ilişki kurmaya engel değildir. Eğer düşmanlıkta bulunurlarsa ne bağ, ne de ilişki kalır. Abdullah b. Abdullah b. Ubeyy bize muhteşem bir örnek vermektedir: İbn-i Cerir'in İbn-i Ziyad'dan rivayetine göre şöyle dedi: Allah Rasûlü Abdullan b. Abdullah b. Ubeyy'i çağırdı. Babanın ne dediğini biliyor musun? dedi. O da, anam babam sana feda olsun, ne diyor? Dedi. Allah Rasûlü buyurdu ki; baban, Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf olanı çıkaracak, diyor. Ey Allah'ın Rasûlü şüphesiz doğru söylemiş. Allah güçlü, o zayıftır. Sen Medine'ye geldiğinde Allah'a yemin olsun, herkesin de bildiği gibi babasına benden daha saygılı kimse yoktu. Eğer Allah ve Rasûlü onun başını getirmemle razı olacaklarsa hemen getireyim. Allah Rasûlü (s.a.v.) hayır, dedi. Medine'ye geldiklerinde Abdullah, elinde kılıç kapıda babasının karşısına geçip, "Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf olanı çıkaracak diyen, sen misin" dedi. "Allah'a yemin olsun gücün (izzetin), sana mı, yoksa Allah Rasûlü'ne mi ait olduğunu söyleyeceksin. Allah ve Rasûlü'nün izni olmadıkça ne buranın gölgesine, ne de içeriye girebilirsin" dedi. "Ey Hazrec" dedi. "Ġbn-i Ubeyy oğlum beni evime girmekten alıkoyuyor''. Bazı insanlar geldiler, onunla konuştular. "Allah ve Rasûlü'nün izni olmadıkça kesinlikle girmeyecek" dedi. Peygambere gelip olan biteni haber verdiler. "Ona gidin, bırakın evine girsin, deyin" buyurdu. Ona gelip peygamberin sözünü bildirdiklerinde, "O'nun emri geldiğine göre, artık girebilir", dedi. Akide bağı yerleştiğinde, aralarında nesep ve akrabalık bağı olmasa bile, bütün mü'minler kardeştir: "Doğrusu iman edip hicret edenler, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, iĢte onlar birbirlerinin velisidirler." (Enfal, 72) O, bir nesli aşıp sonraki nesillere ulaşan, bu ümmetin başını sonuna, sonunu da başına sevgi, saygı, dostluk bağıyla bağlayan bir velayettir: "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri, severler, onlara verilenler karşısında bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde olsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, İşte onlar mutluluğa erenlerdir. Onlardan sonra gelenler, "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiĢ kardeĢlerimizi bağıĢla, kalbimizde müminlere, karĢı kin bırakma! Rabbimiz! ġüphesiz sen Ģefkatlisin, merhametlisin" derler." (Haşr, 9–10) Allah (c.c.) zaman tüneli içinde kendilerinden önce iman etmiş olan peygamberlerden örnekler verir: "Nuh Rabbine. seslendi: Rabbim! Oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin vadin haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin. 65 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Allah: Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz, çünkü o, iyi olmayan bir iş yapmıştır. Öyleyse bilmediğin bir şeyi benden isteme! Sana cahillerden olmamanı öğütlerim, dedi. "Rabbim! Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum, dedi." (Hud,45–47) "Rabbi Ġbrahim'i bir takım emirlerle denemiĢ, o da onları yerine getirmiĢti. Allah, "seni onlara önder kılacağım" demiĢti. O, "soyumdan da" deyince "Zalimler benim ahdime eriĢemez" buyurmuĢtu."(Bakara,124) "Ġbrahim: "Rabbim! Burasını emin bir Ģehir kıl. Halkından, Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri rızıklandır" demiĢti. Allah da; 'Ġnkar edeni de az bir müddet geçindirir, sonra da onu ateĢin azabına uğramak zorunda bırakırım, ne kötü sonuç" buyurmuĢtu." (Bakara, 126) İbrahim, babasının ve anasının sapıklıkta ısrar ettiklerini görünce, onları terk eder: "Sizin Allah'tan baĢka ibadet ettikleriniz bırakıp çekilir, Rabbime dua ederim. Rabbime ettiğim duada mahrum kalmayacağımı umarım. " (Meryem. 48) İbrahim, kavmi ve onlarda bulunan güzel örnekten de şöyle bahseder: "Ġbrahim ve onunla beraber olanlarda sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır: Onlar milletlerine Ģöyle demiĢlerdi: 'Biz sizden ve Allah'tan baĢka ibadet ettiklerinizden uzağız, sizin dininizi inkâr ediyoruz, bizimle sizin aranızda yalnız Allah'a iman edinceye kadar sonsuz bir düĢmanlık ve öfke baĢ göstermiĢtir." (Mümtehine, 4) Ashab-ı Kehf gençleri de, dinlerini Allah'a özgü kılmak için ailelerini, milletlerini, topraklarını bırakıp gitmişlerdir. Vatanlarında, ailelerinde, kabilelerinde kendilerine bir yer bulamayınca akideleriyle Rablerine sığınmışlardı: "Onlar Rablerine iman etmiĢ bir kaç gençti. Onların hidayetlerini artırmıĢ ve kalplerini pekiĢtirmiĢtik. Durup, Ģöyle demiĢlerdi: "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. O'nu bırakıp baĢka bir tanrıya dua etmeyiz, yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiĢ oluruz. ġu bizim milletimiz Allah'ı bırakıp O'ndan baĢka tanrılar edindiler. Onların gerçek olduğuna dair apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karĢı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Onlara: "Siz onlardan ve Allah'tan baĢka ibadet ettiklerinizden ayrıldınız, bunun için mağaraya girin ki, Rabbinız size rahmetini yaysın ve size iĢinizde kolaylık göstersin" denildi." (Kehf, 13–16) Nuh ve Lut'un hanımları, eşlerinden, akideleri farklı olduğu için ayrılıyorlardı. "Allah inkâr edenlere, Nuh'un karısıyla Lut'un karısını örnek verir. Onlar kullarımızdan iki iyi kulun nikahı altında iken onlara karĢı hainlik edip inkarlarını gizlemiĢlerdi de o iki peygamber Allah 'tan gelen azabı onlardan savamamıĢlardı. O iki kadına cehenneme girenlerle beraber siz de girin, denildi." (Tahrim, 10) Öte tarafta da Firavun'un hanımı vardır: "Allah iman edenlere Firavun'un karısını örnek verir. O, Rabbim! Katından bana cennette bir ev yap, beni Firavun'dan ve yaptıklarından kurtar, beni zalim milletten kurtar, demiĢti." (Tahrim, 1l) Böylece bütün ilişki ve bağlarda örnek çoğalmaktadır: Nuh kıssasında babalık bağı, İbrahim kıssasında oğul ve vatan bağı, ashab-ı kehf kıssasında aile, kabile ve vatan bağı, Nuh ve Lut'un kanlarıyla, Firavun'un karısında eş bağı gözler önüne serilmektedir. Orta (vasat) ümmete gelinceye kadar, bu büyük kervan ilişki ve bağların gerçekliğini, düşüncesini de taşıdı. Bugün bu ümmet bir örnek ve tecrübe 66 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) birikimine sahiptir. Müslüman ümmete düşen şey, Rabbani yönteme göre davranmaktır. Akide farklılaştığında kabile ve ev de farklılaşmış, bölünmüştü. Böylece tek bir bağ çıkmıştı ortaya. Müminlerin sıfatıyla ilgili Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: ''Babaları veya oğulları veya kardeĢleri ya da akrabaları dahi olsa, Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir milletin Allah'a ve peygamberine karĢı gelenlere sevgi beslediklerini göremezsin. ĠĢte Allah, imanı bunların kalplerine yazmıĢ, katından bir nur ile onları desteklemiĢtir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoĢnut olmuĢtur, onlar da Allah'tan hoĢnut olmuĢtur. ĠĢte bunlar, Allah'ın hizbidirler. Ġyi bilin ki saadete erecek olanlar, Allah'ın hizbindekilerdir." (Mücadele, 22) Muhammed (s.a.v.) ile amcası Ebu Leheb, amcaoğlu Amr b. Hişam (Ebu Cehil) arasındaki akrabalık bağı kesildiğinde; muhacirler aileleri ve akrabalarıyla savaşıp onları öldürdüklerinde, muhacirlerle ensar arasında akide bağı oluştu. Onlar aile ve kardeş oldular. Müslüman Araplarla kardeşleri Suheyb-i Rumî, Bilali Habeşî ve Selman-ı Farisî arasında akide bağı kuruldu. Kabile, ulus ve toprak asabiyeti ortadan kalktı. Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Asabiyetten vazgeçin. O bir pisliktir" Yine onlara şöyle dedi: "Asabiyyet üzerine ölen bizden değildir" Bu pisliğin işi bitmişti. Soy sopun işi sona ermişti. Ulus kiri temizlendi. Et ve kan kokuşmuşluğundan uzak, yüce ufuklara ulaştı insanlık. O günden beri müslümanın vatanı toprak olmadı hiç. Onun vatanı akidesinin egemen olduğu, yalnızca Allah'ın şeriatın yürürlükte olduğu, sığındığı, savunduğu, korumak için uğruna şehid olduğu "dar-ül Ġslâm"dır. Orası İslâm'ı akide kabul eden, şeriatını şeriat kabul eden herkesin vatanıdır. "Dar-ül İslâm"da yaşayan ehli kitap gibi, müslüman olmayanlar bile İslâm şeriatını düzen olarak kabul ediyorlarsa, orası onların da vatanı olur. İslâm'ın egemen olmadığı, şeriatının yürürlükte olmadığı ülke müslümana, anlaşmalı zımmiye göre "dar-ül harb"tır. Orada doğmuş, orada akrabaları, malı-mülkü olsa bile müslüman onlarla savaşır. Muhammed (s.a.v.) ailesinin, kabilesinin bulunduğu, kendisinin ve arkadaşlarının evlerinin bulunduğu, mallarını terk ettikleri Mekke ile savaşmıştı. Orası ona ve ümmetine ancak orada İslâm kabul edildiğinde, şeriatı uygulandığında vatan olmuştu. İslâm budur işte. İslâm ne dil ile söylenen, ne de üzerinde İslâmî bir etiketin, bir ismin bulunduğu doğulan yer, ne de müslüman ana-babadan doğan birinin tevarüs ettiği şeydir. ''Hayır, Rabbine yemin olsun ki, aralarında çekiĢtikleri Ģeyde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiĢ olmazlar." (Nisa,65) Ġslâm sadece budur. Toprak, ulus, nesep, akrabalık, kabile, aĢiret değil, yalnızca odur; Dar-ül Ġslâm. İslâm, insanları göğe uzansınlar diye toprak bağlarından, yüceler yücesine yükselsinler diye de kan prangalarından kurtarmıştır. Müslümanın özlemini çektiği, savunduğu vatan bir toprak parçası değildir. Müslümanın tanıdığı ulus, egemen ulus, değildir. Müslümanın aşireti sığındığı, savunduğu kan bağından ileri gelen aşiret değildir. Müslümanın bayrağı, aziz bildiği, uğruna şehid olduğu bayrak, herhangi bir kavmin bayrağı değildir. Müslümanın istediği elde ettiğinde bundan dolayı şükrettiği galibiyet herhangi bir ordunun zaferi değildir. Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce Rabbini hamdederek teĢbih et. O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir." (Nasr. 1–3) 67 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) Zafer diğer bayrakların değil, akide bayrağının altındadır. Cihad başka amaçlar için değil, yalnızca Allah'ın dini ve şeriatı galib gelsin diyedir. Herhangi bir ülkeyi değil, belirtilen şartlar dâhilinde İslâm ülkesini savunmaktır. Ne bir ganimet, ne bir şöhret, ne bir toprak ya da ulus, nede çoluk çocuk için değil, sadece Allah için. Onları Allah'ın dininden uzaklaştıracak, fitneden korumak bunun dışındadır. Ebu Musa'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre şöyle dedi: "Allah Rasûlü'ne (s.a.v.) cesurluk, asabiyet ve riya için savaşan kimselerden hangisinin Allah yolunda olduğu soruldu. Şöyle buyurdu: "Kim Allah'ın dini üstün olsun diye savaĢırsa, o Allah yolundadır." İnsan, bu biricik hedefin uğruna; Allah'ın rızasının dışında herhangi bir savaşta, herhangi bir hedef için değil, ancak bu yolda savaşırsa şehid olur. Müslümanın akidesiyle savaşan, onu dininden alıkoyan şeriatını uygulamayı yasaklayan her ülke, orada müslümanın ailesi, aşireti, kavmi, malı ve ticareti dahi bulunsa; dar-ül harbtir. Akidesinin hâkim olduğu, şeriatının uygulandığı her ülke, orada müslümanın ailesi, aşireti, kavmi ve ticareti bulunmasa da orası, dar-ül İslâm'dır. Ülke, Allah'ın koyduğu akidenin, hayat düzeninin, şeriatın hükmettiği yerdir. İnsana layık olan ülke budur. Milliyet, akide ve hayat tarzıdır. Âdemoğullarının layık olduğu temel bağ budur. Aşiret, kabile, kavim, milliyet, renk ve toprak asabiyeti geri kalmışlık, düşüklük belirtisidir, insanlığın ruhsal düşüşlere uğradığı dönemlerde ortaya çıkan cahili bir olgudur. Allah Rasûlü (s.a.v.), yaydığı pis ve iğrenç kokudan dolayı ırkçılığı kokuşmuşluk olarak nitelemiştir. Yahudiler kendilerini, milliyet ve kavimlerinden dolayı Allah'ın seçilmiş milleti olduklarını iddia ettikleri zaman, Allah bunu reddetti. Allah, gelip geçen nesilleri, değişe gelen kavimleri, millet ve ülkeleri değil, imanı ölçü olarak koymuştu: "Allah'a, bize gönderilene, Ġbrahim'e, Ġsmail'e, Ġshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene, Musa'ya ve Ġsa'ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene iman ettik. Onları birbirinden ayırt etmeyiz. Biz O'na teslim olanlarız" deyiniz. Sizin iman ettiğiniz gibi iman etmiĢ olsalar, doğru yolu bulmuĢ olurlar. Yüz çevirirlerse, Ģüphesiz onlar çıkmazdadırlar. Onlara karĢı Allah sana yetecektir. O, iĢitir ve bilir. Allah'ın verdiği renge uyun. Rengi Allah'ınkinden daha güzel kim vardır? Biz 'O'na ibadet edenleriz. " (Bakara. 136–138) Gerçekten Allah'ın seçilmiş milleti, aralarında çeşitli milliyet, kavim, renk ve ülke farkları bulunan Allah'ın (c.c.) bayrağının gölgesinde yaşayan İslâm ümmetidir: "Siz insanlar arasında ortaya çıkarılan hayırlı bir ümmetsiniz. Ġyiyi emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah 'a iman edersiniz" (Âl-i İmrân, 110) Ġlk safında, Arap Ebû Bekir'in, HabeĢli Bilal'in, Bizanslı Suheyb'in, Ġran'lı Selman'ın bulunduğu ve sonraki nesillerin izlediği bu muhteĢem çizginin hâkim olduğu ümmetin milliyeti akide, ülkesi dar-ül Ġslâm, hâkimi Allah, anayasası da Kur'an'dır. Bu yüce ülke, milliyet ve akrabalık anlayışı, Allah'a davet erlerinin gönüllerine egemen olması gereken anlayıştır. Bu o kadar açık olmalı ki, hiç bir yabancı cahili düşünce ona karışmamalı. Hiç bir gizli şirk türü ona sızamamalı. Yeryüzünde milliyet, kavim, sayı, küçük çıkarlar vb. gibi gizli şirkleri Cenab-ı Allah 68 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) tek bir ayette zikredip, bir kefeye; imanı ve gereklerini de ayrı bir kefeye koyarak seçimi insanlara bırakmaktadır: "De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeĢleriniz, eĢleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoĢunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden, Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriĢtirmez: " (Tevbe, 24) Cahiliye ve İslâm'ın gerçekliği, dar-ul harb ve dar-ül İslâm'ın niteliği konusunda, Allah'a davet erlerinin kalplerine yüzeysel şüpheler gelmemelidir. Aksi takdirde anlayışları karışabilir: İslâm'ın hükmetmediği, şeriatının yürürlükte olmadığı bir yerde İslâm yoktur. İslâm'ın yöntemi ve hukukuyla egemen olduğu yerin dışında dar-ul İslâm yoktur. İmandan sonra ancak küfür vardır. İslâm'ın dışında kalan her şey cahiliyedir. Hakkın ötesinde ancak sapıklık vardır. 69 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) 70 UZUN SÜREN BĠR GEÇĠġ DÖNEMĠ İman eden veya etmeyen bütün insanlara İslâm'ı sunarken, kendimizde tamamen açık olması gereken öncelikli bir gerçek vardır... Bu, İslâm'ın kendi yapısından ve tarihinden ortaya çıkar. İslâm, farklı özelliklere sahip bağımsız bir varlık ve hayat sistemidir. Bütün bağlantı ve dinamikleriyle kendine özgüdür. Bağımsız hayat yöntemi ondan doğmakta, bilinen özelliklere sahip düzen onun üzerine kurulmaktadır. Bu düşünce, eski olsun, yeni olsun diğer cahili düşüncelere köklü bir şekilde karşı çıkar. Bu düşüncelerle bazı tali noktalarda kesişebilir. Ancak bunların kaynaklandığı temeller insanlığın tanıdığı diğer sistemlerin hepsinden farklıdır. İslâm'ın ilk görevi yeryüzünde bu düşünceye, uygun bir yaşam biçimi kurmak, onun fiilî bir şekilde tezahürünü sağlamak, Allah'ın seçtiği Rabbani yönteme uyan bir düzen kurmaktır. Bunu pratik olarak gerçekleştirsin, o temel üzere kursun diye bu müslüman ümmeti Allah göndermiştir: "Siz insanlar için ortaya çıkarılmıĢ hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, Allah'a iman edersiniz " (Al-i İmran, 110) Bu ümmetin niteliği hakkında ise şöyle der: "Ġyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar." (Hacc, 41) Öyleyse İslâm'ın görevi yeryüzünde egemen olan cahili düşüncelerle, her yerde hâkim olan cahili kurumlarla uzlaşmak değildir. Geldiği günde de görevi bu değildi. Bugünkü görevi de bu değildir. Yarın da bu olmayacaktır... Cahiliye aynı cahiliyedir. Cahiliye tek olan Allah'a ibadet etmemek, ilahî hayat tarzında sapmak, ilahî kaynağın dışındaki başka bir kaynaktan düzen, hukuk, yasa, adet, gelenek, değer ve ölçüler ortaya çıkarmaktır. İslâm da yine aynı İslâm’dır. Ve görevi insanları cahiliyeden İslâm'a taşımaktır. Cahiliye; Allah'ın izin vermediği halde bazı insanların diğerlerine yasalar koyarak insanın insana ibadet etmesidir. İslâm ise insanların düşüncelerini, akidelerini, hukuk düzenlerini, yasalarını, değerlerini, ölçülerini Tek olan Allah'tan alarak O'na ibadet etmek, kula kulluktan kurtulmaktır. İslâm'a iman eden ve etmeyen bütün insanlara, İslâm'ın doğasından ileri gelen bu gerçeği, yeryüzündeki rolünün yapısını sunmamız gerekir. İslâm, ne düşünce bazında, ne de bu düşünceden doğan kurumlar bazında cahiliye ile ortak çözüme girmeyi kabul eder... Ya Ġslâm... Ya da cahiliye... İslâm'ın kabul edeceği, hoşnut olacağı yarısı İslâm, yarısı da cahiliye olan başka bir şey yoktur ortada. İslâm'ın bakış açısı nettir: Hak çok değil, tekdir. Bu hakkın dışındakiler ise ancak sapıklıktır. İkisinin bir araya gelmesi, kaynaşması mümkün değildir. Ya Allah'ın hükmü vardır, ya da cahiliyyenin. Ya Allah'ın şeriatı ya da heva ve heves. Bu konuda birçok ayet vardır. Kur'an'da: "Aralarında Allah'ın indirdiği Kitap ile hüküm ver. Allah'ın sana indirdiğinin bir bölümünden seni vazgeçirmelerinden sakın. Heveslerine uyma." (Maide, 49) Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) "Bundan dolayı onlara davette bulun. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma." (Şura. 15) "Eğer onlar sana icabet etmezlerse, bil ki, onlar sadece heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan gelen bir delile dayanmaksızın hevesine uyandan daha sapık kim vardır? Allah zalim milleti Ģüphesiz ki, doğru yola eriĢtirmez." (Kasas, 50) "Sonra seni de din konusunda bir Ģeriat sahibi, kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin heveslerine uyma. ġüphesiz onlar seni Allah'tan müstağni kılamazlar. Doğrusu zalimler birbirlerinin dostudurlar. Muttakilerin dostu ise Allah'tır."(Casiye, 18–19) "Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide, 50) Bu, üçüncüsü olmayan iki şeydir. Ya Allah ve Rasûle icabet etme, ya da hevese uyma. Ya Allah'ın hükmü, ya da cahiliyenin... Ya tamamen Allah'ın indirdiği ile hükmetme ya da Allah'ın indirdiğinden yüz çevirme... Allah'ın (c.c.) ortaya koyduğu bu kesin ve net açıklamadan sonra artık tartışmaya, konuşmaya gerek yoktur. Öyleyse İslâm'ın görevi, cahiliyeyi insanların yönetiminden uzaklaştırmak, bu yönetimi; özel yöntemi, bağımsız yapısı ve köklü özelliklerine dayandırarak üstlenmektir. Bu doğru yönetimden amaç; insanlığın Yaratıcısına dönmekten ileri gelen hayrı, insanların hareketleri arasındaki uyumdan doğan kolaylığı bütün insanlar için istemektir. Bu yönetimi; özel, bağımsız yöntem olarak üstlenir. Allah'ın kendisi için istediği yüksek bir düzeye ulaştırır, heveslerin hükmünden kurtarır. Ya da İran ordusu komutanı Rüstem'in Rebi' b. Amir'e (r.a.) "Sizi buraya getiren nedir?" diye sorduğunda verdiği cevap gibidir: "Dileyeni kula kulluktan Tek olan Allah'a kulluk etmeye dünyanın darlığından dünya ve ahiretin geniĢliğine, dinlerin zulmünden, Ġslâm'ın adaletine ulaĢtırmak için bizi Allah gönderdi." İslâm geçmişte ve günümüzde, doğuda ve batıda insanların düşüncelerinde, düzenlerinde, kurumlarında, geleneklerinde ve adetlerinde tezahür eden azgınlıklarını okşamak için gelmemiştir. O ancak bütün bunları ortadan kaldırmak üzere tamamen neshetmek, insan hayatını kendine özel ilkeleri üzere kurmak için gelmiştir. Hayatı yeniden, yepyeni bir biçimde, ekseninin kendisi olduğu bir biçimde kurmak için gelmiştir. İnsanların cahiliyede yaşadığı, sahip olduğu bazı noktalarla, onun bazı noktaları benzeşebilir. Ancak bu, o demek değildir. Ondan bir parça da değildir. Tali noktalardaki bu benzeşme sadece ve sadece tesadüfî bir şeydir. Ağacın kökü tamamen farklıdır. O, kendisinden Allah'ın hikmetinin çıktığı, diğeri ise beşeri heveslerin çıktığı bir ağaçtır: "Ġyi toprak Rabbinin izniyle bitki verir, çorak toprak ta ancak kavruk bitki çıkarır." (Araf, 58) Cahiliye eskiden pis idi, şimdi de pistir. Görünüşte, biçimde farklılaşır bu pislik. Ancak özde, temelde değişmez. Cehaletlerinden, adaleti, hakkı, hayrı kendi insan, sınıf ve milletlerinin çıkarlarını üstün tutma hastalığından kurtulamayan cahillerin hevesleridir. Allah'ın şeriatının gelip, bunu toptan yürürlükten kaldırması, bütün insanlık için insan cehaletinin bulaşmadığı, heveslerinin kirletmediği, hiç bir grubun çıkarına meyletmeyen bir yasa koyması gerekir. Allah'ın yöntemi ile insanların yöntemi arasındaki bu köklü farktan dolayı, bu ikisinin bir düzende bir araya gelmesi, bir kurumda birleşmesi, yarısının bir 71 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) taraftan diğer yarısının öteki taraftan alınması muhaldir. Çünkü Allah (c.c.) kendisine ortak koşulmasını affetmez. Yönteminin yanında başka bir yöntem de kabul etmez. Bu aynen böyledir. Ve yakinen böyle bilinmelidir. İslâm'ı insanlara sunarken dilimizin sürçmemesi, düğümlenmemesi, insanları bir şüphede bırakmamak için bu gerçeğin bizce çok iyi anlaşılması ve kavranması gerekir. İslâmı kabul ettiklerinde, İslâm'ın onların hayatını, hayata dair düşüncelerini ve kurumlarını tamamen değiştireceğini yakinen bilinceye kadar onları bırakmamalıyız. Mukayese edilemeyecek bir şekilde daha iyisini vermek, anlayışlarını, düzeylerini yükseltmek, insan hayatına yaraşır daha iyi bir konuma getirmek için İslâm onları değiştirecektir. İçinde bulundukları bayağı cahili kurumlardan bir şey kalmayacaktır. İslâm düzenine benzeyen bazı unsurlar kalabilir. Ancak aynı ile kalmayacaktır bunlar da. Çünkü onlar şimdi bağlı bulundukları pis ve kirli cahiliye kaynağından tamamen farklı yüce bir kaynağa bağlanacaklardır. Aynı zamanda bu, onları pozitif bilim alanında ilerlemekten alı koymayacak, tersine daha da ileri gitmesini sağlayacaktır. İnsanlar, İslâm'ın çeşitli şekillerde ortaya çıkan herhangi beşeri sosyal bir ideoloji, herhangi siyasal bir düzen olmadığını, İslâm'ın sadece İslâm olduğunu kavrayıncaya kadar onları bırakmamalıyız. İslâm bağımsız kişilik, anlayış ve kurumları ile insanlık için bütün beşeri ideolojilerin rüyasını gördüğünden çok daha iyisini gerçekleştirecek olandır. İslâm yüce, pak, uygun ve güzel bir şekilde Yüce Mevla'dan doğrudan doğruya sadır olandır. İslâm'ın hakikatini bu şekilde kavradığımızda; bu anlayış bize, doğası gereği İslâm'ı; insanlara sunarken kendimizin tabi olduğunun hak, başkalarınınkinin batıl olduğunu yakinen bilmenin sağladığı bir güç ve güven verecektir. İnsanlığın içinde bulunduğu kötü durumu görerek, onları mutlu kılacak şeyin ne olduğunu bilmenin rahatlığıyla, insanların sapıklığını görüp, hidayetin nerede olduğunu bilmenin verdiği mutlulukla seslenmemizi sağlayacaktır. Kesinlikle İslâm'ı onlardan gizlemeyeceğiz, arzularını, sapık anlayışlarını okşamayacağız. Tamamen açık olacağız onlara karşı: Sizin içinde bulunduğunuz cahiliye, bir pisliktir ve Allah sizi temizlemek istemektedir. Yaşadığınız hayat, bayağı bir hayattır. Allah sizi yüceltmek istemektedir. İçinde bulunduğunuz bu durum kötülük, sıkıntı ve acıdan ibarettir. Allah sizi affetmek, merhamet etmek ve mutlu kılmak istiyor. İslâm sizin anlayışlarınızı, kurumlarınızı, değerlerinizi değiştirecek, kavuştuğunuzda şu andaki yaşadığınız hayatı inkâr edeceğiniz başka bir hayata; onu elde edince yeryüzünün her köşesindeki kurumlarınızı, küçümsemenizi sağlayacak yeni kurumlara; bütün bir yeryüzünde egemen olan değerlerinizden sizi vazgeçirecek yeni değerlere sahip kılacaktır. Siz içinde bulunduğunuz kötü durumdan dolayı İslâmî hayatın gerçek yüzünü göremediniz. Çünkü düşmanlarınız, yani bu dinin düşmanları, bu hayatın kurulmaması, bu düşüncenin bir vücut bulmaması için büyük bir gayret içindedirler. Elhamdülillah biz, Kur'an’ımız, şeriatımız, tarihimiz ve geleceğine dair hiç bir şüphemiz bulunmayan düşüncemiz sayesinde bunun gönüllerimizde tezahür ettiğini görüyoruz. İnsanlara İslâm'ı sunarken işte böyle davranmalıyız. Çünkü bu hakikatin kendisidir. Çünkü ister Arap yarımadasında, ister İran'da, ister Bizans'ta veya başka bir yerde olsun İslâm insanlara ilk kez bu şekilde hitap etmiştir. Onları hasta olarak değerlendirdi. Çünkü gerçek buydu. Onlara sevgiyle, sempatiyle hitap etti. Çünkü bu yapısından ileri gelen bir özellikti. Şüphe ve tereddüde mahal bırakmayacak bir şekilde kendini ortaya koydu. Çünkü bu onun yöntemidir. Hiç bir zaman "Onlara hayatlarınıza, kurumlarınıza, anlayışlarınıza ve değerlerinize küçük düzeltmelerin dışında kesinlikle dokunmayacağını, ya da 72 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) kendisinin onların kaynaştıkları düzen ve kurumlarına benzediğini söylememiştir. Günümüzde kimileri, İslâm'ı sunarken bazen "Ġslâm demokrasisi" bazen "Ġslâm sosyalizmi" bazen de dünyada egemen olan ekonomik, siyasal ve hukukî düzenlerin sadece "bazı Ġslâmi düzenlemelere" ihtiyacı olduğunu söyleyerek İslâm'ın gerçek yüzünü gizlemektedirler. Hayır!.. Konu büsbütün farklıdır. Yeryüzüne yayılmış bulunan bu cahiliyeden, İslâm'a geçiş geniş ve uzun bir süreçtir. İslâmi yaşam biçimi, bugünün ve dünün cahiliye yaşam biçimlerinden büsbütün farklıdır. İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu bu sıkıntılı durum; düzen ve kurumların bazı birimlerinde yapılacak eksik ve yüzeysel düzenlemelerle bir çözüme kavuşturulamaz. İnsanlığın kurtuluşu ancak bu geniş ve uzun süreçle, yaratıkların yöntemlerinden Yaratan'ın yöntemine, beşeri düzenlerden beşerin Rabbinin düzenine, kulların egemenliğinden kulların Rabbinin egemenliğine geçişin sağlandığı süreçle başarılabilinir. Bu, bir gerçekliktir. Bunun gibi diğer bir gerçek de, bunu açıkça söylememiz, insanları şüphe ve tereddüt içinde bırakmamamızdır. İlk başta insanlar bunu beğenmeyebilir, ürküp kaçabilirler. İslâm'a davetin başladığı ilk dönemde de onu beğenmemişler, ürküp kaçmışlardı. Muhammed'in (s.a.v.) kendi düşüncelerini aşağılaması, tanrılarını ayıplaması kurumlarını inkâr etmesi, adet ve geleneklerinden uzaklaşıp kendi ve kendisiyle birlikte olan az sayıdaki müslümanla cahiliye düzeninden farklı kurum, değer ve gelenekler ortaya koyması onları korkutmuş, ürkütmüştü. Sonra ne oldu? Sonra ilk başta beğenmedikleri; "Aslandan ürkerek kaçan yabanî merkeplere benzerler" (Müddesir, 50- 51) diye ayette ifade edildiği gibi ürkenler, onunla savaşanlar; ellerindeki bütün güçle karşı koydukları; Mekke'de zayıf iken korkunç işkenceler yaptıkları, Medine de güçlü iken savaştıkları, müminlerin Rabbine sığındılar. Davet, ilk dönemde bugünkünden daha güçlü, daha iyi bir konumda değildi. Cahiliye tarafından görmemezlikten geliniyor, reddediliyordu. Makam ve mevki sahiplerinden uzak, Mekke vadisiyle sınırlıydı. O vakit bütün bir dünyaya yabancıydı. Bütün ilke ve amaçlarıyla kendisini reddeden güçlü büyük imparatorluklarla etrafı çevrilmişti. Bütün bunlara rağmen, bugün olduğu ve yarında olacağı gibi güçlüydü. Gerçek gücün unsurları bu akidenin yapısında gizlidir. Üzerine kurulduğu yalın ve açık gerçekte... Gücüne uzun müddet karşı koyma imkânı bulunmayan fıtratla olan uyumunda... İnsanlığın ekonomik, sosyal, bilimsel ve entelektüel alanlarda gelişme ve ilerlemesini sağlayacak güçte gizlidir. Cahiliyenin bütün bir maddi gücüne karşı koyuşunda, bir tek ilkesinden bile ödün vermemesinde, cahili hevesleri okşamamasında, hiç bir şeyini gizlememesinde; İslâm'ın insanlar için bir hayır, rahmet ve bereket olduğunu açıklarken sergilediği açıklıkta gizlidir. Böylece en kötü, en zor şartlarda çalışma imkânını elinde bulundurmuştur. İnsanları Yaratan; onların yapısını, kalplerine açılan kapıları, açık ve güçlü bir şekilde, eğip bükmeden Hakk haykırıldığında nasıl karşılık verileceğini bilir. İnsan nefsinde, bir hayattan başka bir hayata geçiş özelliği, yeteneği vardır. Çoğu zaman bu ona cüzî bazı düzenlemelerden daha kolay gelir. Bir hayattan başka bir hayata tam bir geçiş ve dönüşüm diğerinden yani küçük düzenlemelerden daha üstün daha yetkin ve daha temizdir. Bu geçişi sağlayacak bazı gerekçeler vardır. İslâm düzeni yalnızca orada burada bazı yüzeysel değişiklikler yapacaksa, o zaman cahili düzenden İslâmî düzene geçişin gerekçeleri nedir? Yürürlükteki düzenin ayakta kalması, mantığa daha yakındır. Çünkü en azından var olan bir düzendir. Restorasyonu ve düzenlenmesi 73 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) mümkündür. Birçok özelliği ile ona benzediğine göre bunun yıkılmasına, yürürlükte olmayan ve uygulanmayan bir düzene geçilmesine gerek yoktur. İslâm adına konuşurken, onu insanlara sunarken sanki o itham altındaymış da bu ithamı bertaraf etmek için gayret eden bazı insanlar da görüyoruz. Bu tür gayretlerden biri şudur: Çağdaş düzenlerin yaptıkları bazı şeyleri İslâm'ın yapmadığı, bu durumun İslâm için bir eksiklik, bir ayıp olduğu şeklindeki değerlendirmelere karşı İslâm'ın bu konularda, yaptıkları çağdaş uygarlığın bindörtyüz yıl sonra yaptığından başka bir şey değildir. Ne bayağı, ne kötü bir savunmadır bu!. İslâm, cahili düzenlerden ve onlardan kaynaklanan yanlış uygulamalardan gerekçe almaz. Birçok kimseyi hayrete düşüren, ruhlarını hezimete uğratan bu uygarlıklar, aslında cahili düzenlerden başka bir şey değildir. İslâm'la karşılaştırıldığında onlar eksik, düşük ve bayağı kalırlar. Orada yaşayan halkın durumunun "Ġslâm ülkesi" ya da "Ġslâm dünyası" adı verilen yerlerde yaşayanlardan daha iyi olmasının hiç bir önem ve değeri yoktur. Çünkü onların, yani Müslümanların bu kötü duruma düşmelerinin nedeni müslüman olmalarından değil, İslâm'ı terk ettiklerinden dolayıdır. İslâm kendini insanlara sunarken şu delile dayanır. O, karşılaştırılamayacak bir şekilde onlardan daha iyidir. O düzenleri yerleştirmek için değil, değiştirmek; uygarlık kisvesine bürünen bu çamur deryasında çırpınanı kutlamak için değil, bu durumdan onu kurtarmak için gelmiştir. Yürürlükte olan bazı düzen, ideoloji ve fikirlerdeki İslâm'a olan benzerlikler bizi bozguna sürüklemesin. Doğudaki ve Batıdaki bu düzenleri reddediyoruz biz. Onların hepsini reddediyoruz. Çünkü İslâm insanlığın ulaşmasını istediği düzenle karşılaştırılınca onlar geri kalmış düzenlerdir. İnsanlara bu gerçekle seslenirken, fıtratlarının derinliklerinde bir düşünceden başka bir düşünceye, bir durumdan başka bir duruma geçişi sağlayacak genel islâm düşüncesinin akidevî bir temelini sunuyoruz onlara. Onlara şöyle seslenirsek ikna edici bir delil getirmeyiz. Fiilen var olan bir düzenden; uygulanmayan fakat yürürlükteki sisteminizi az bir değişikliğe uğratacak başka bir düzene gelin. Bunun kanıtı da şudur. Siz şu konuda Onun yaptığı gibi yapıyorsunuz. O sizden adetlerinizin, uygulamalarınızın bir kısmında değişiklik yapmanızı istiyor. Bu konularda sizce çok değerli olanlar olduğu gibi kalacak, onlara azıcık bile dokunulmayacaktır. Görünüşte kolay görünen budur. Oysa işin aslı öyle değildir. Çünkü gerçek bundan farklıdır. Gerçek, İslâm'ın düşünceleri, duyguları, düzen ve kurumları, yasaları, kanunları, insanlığın yaşadığı cahiliye hayatını, cahiliye ile hiçbir bağı kalmayacak bir şekilde kökten değiştireceğidir. Yeterli olan, onları kula kulluktan yalnızca Allah'a kulluğa; hem genel, hem de özel olarak geçişi sağlamasıdır. "Dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin." (Kehf, 29) "Kim inkâr ederse, Allah âlemlerden müstağnidir." (Al-i İmran, 97) Sorun aslında küfür-iman, şirk-tevhid, cahiliye-İslâm sorunudur. Açık olması gereken durum budur. Cahiliye hayatı yaşayan insanlar, iddia ettikleri gibi müslüman değildirler. Eğer onlardan kendilerini ya da başkalarını aldatmak isteyen, İslâm'ın bu cahiliye ile birlikte bulunabileceğine inanan bir kimse varsa; onun bu durumu var olan gerçekten hiç bir şeyi değiştiremez. Ne bu İslâm'dır, ne de onlar müslüman. Bugünün daveti, o cahillerin İslâm'a dönüşlerini, onların yeniden müslüman olmalarını sağlama temeline dayalıdır. Biz insanları İslâm'a davet ederken, bundan bir kazanç elde etmek, yeryüzünde bir makam sahibi olmak, ya da fesad çıkarmak, kendimiz için özel bir şey istemiyoruz. Biz hesabımızı insanlara verecek, ödülümüzü onlardan alacak 74 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) değiliz. Onlar bize ne kadar eziyet ve işkence etseler de, onları sevdiğimiz, onların iyiliğini istediğimiz için biz onları İslâm'a davet ediyoruz. Çünkü bu İslâm davetçisinin karakteridir. Bu davetin dinamiği de budur. Sonra onlar bizden İslâm'ın hakikatini, onlara verdiği engin iyiliklerin karşılığında İslâm'ın istediği yükümlülüklerinin hakikatini öğrenmeleri gerekir. İçinde bulundukları cahiliyenin hakikatine dair görüşümüzün ne olduğunu bilmeleri lazımdır. Cahiliye İslâm'dan bir şey değildir. O, şeriat olmadığı sürece hevestir. O, Hakk olmadığı müddetçe sapıklıktır. Haktan başka sapıklığın dışında bir şey yoktur. İslâm’ımızda bizim utanacağımız, savunmaya zorlanacağımız, insanlardan gizleyeceğimiz, hakikatinin tersine açıkça söylemekten çekineceğimiz bir husus yoktur. Batı karşısında, doğu karşısında, cahili kurumlar karşısında uğranılan psikolojik bozgun bazı müslüman insanları beşeri düzenlerin kimi yönlerini İslâm'la uzlaştırmaya, bazı konularda cahili uygarlığın etkinlikleriyle İslâmî etkinliklerin dayanakları arasında bir uzlaşma kurmaya itmektedir. Eğer birinin savunmaya, gerekçe bulmaya, özür dilemeye ihtiyacı varsa o kimse, İslâm'ı insanlara sunan değil, tenakuzlarla, eksikliklerle ve ayıplarla dolu bu berbat cahiliye hayatını yaşayan kişidir. Cahiliye için gerekçeler bulmaya çalışır. Asıl gerekçeler bulması gerekenler İslâm'a saldıranlar, onu savunulup savunulmayacağı gerçeğinden habersiz bazı bağlılarını zorlayanlardır. Amerika'da bulunduğum yıllarda, orada bize -ki İslâm'a bağlı az sayıda kişiydik- karşı çıkanlara karşı bazılarımız savunma konumuna geçerdi. Ben ise tersine ister sapık dini inançlarıyla ilgili olsun, isterse de sosyal, ekonomik, ahlakî kurumlar ile ilgili olsun batı cahiliyesine saldırı konumuna geçerdim. Teslis, ilk günah ve buna karşılık İsa'nın (a.s.) kendini feda düşünceleri akılla, mantıkla uyuşmayan şeylerdi. Karaborsası, faizi ve bütün melanetleriyle kapitalizm... Ancak kanun zoruyla yapılan sosyal dayanışmayı yok eden bireyselcilik... Kupkuru maddeci hayat anlayışı... Kadın ve erkeğin bir arada yaşaması özgürlüğü adı verilen hayvani özgürlük... "Kadın özgürlüğü" adı verdikleri köle pazarı... Evlenme - boşanma sistemindeki hayat gerçeğine ters, zor ve güce dayanan uygulama.. İğrenç ırk ayrımı gibi konuları tartışır, şunları da eklerdim: İslâm'da var olan mantık, yücelik insanlık ve güler yüzlülük; insanlığın isteyip de şu ana dek ulaşamadığı ufuklar aynı zamanda İslâm'ın hayata yönelişi, onu sağlıklı, insancıl temellere göre tedavi edişi... İşte batı hayatında karşılaştığımız hakikatler... Bunlara, İslâm'ın ışığıyla bakıldığında bağlılarını utandıran hakikatlerdi. Cahiliyenin içinde yaşadığı bu kokuşmuş durum, karşısında, müslüman olduklarını iddia eden bazı insanlar bozguna uğramaktadırlar. O kadar ki, batının bitkin ve çaresiz düzen ve doğunun korkunç maddeci düzeni ile İslâm arasında benzerlikler aramaya koyuluyorlar. Bütün bu açıklamalardan sonra, cahiliyenin bize olan baskısı ne kadar artarsa artsın, İslâm'ı insanlara sunarken bizler, onun hiç bir düşüncesi, kurumu ve geleneği ile bir ilişkide olmadığımızı söylemek ihtiyacında değiliz. İlk görevimiz; cahiliyenin yerine İslâmî düşünce ve gelenekleri yerleştirmektir. Bu, henüz yolun başında iken cahiliye ile ilişki kurmak, birlikte yürümekle kesinlikle gerçekleştirilemez. Ki, bazılarımız bunu böyle görmektedirler. Bunun anlamı daha işin başlangıcında bozgunu, yenilgiyi ilan etmektir. Egemen sosyal düşüncelerin, yaygın sosyal geleneklerin baskısı, özellikle kadın söz konusu olduğunda korkunç bir hal alır. Bu cahiliye ortamında 75 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) müslüman kadın sert ve katı bir baskıyla karşılaşmaktadır. Ancak bundan kaçışın olmadığını bilmeliyiz. İlk önce sebat etmemiz gerekli. Sonra da yükselmemiz. İstediğimiz İslâmî hayatın yüce ufuklarıyla cahiliye hayatı karşılaştırıldığında cahiliyenin içinde bulunduğu düşüklüğü görmemiz gerekir. Bu, cahiliye ile olan ilişkilerimizi kesip bir köşeye çekilmekle gerçekleşmeyeceği gibi, onunla birlikte bazı adımları atmakla da gerçekleşmeyecektir. Kesinlikle!... Bu, hayata karışıp, kendimizi koruyarak, alışverişte bulunarak, sevgiyle hakkı söylemekle, tevazu içinde imanla yükselerek gerçekleşir. Bütün bunlardan sonra şu gerçeği de özümsemeliyiz: Biz cahili ortamda yaşıyoruz ve mutlak doğru bir yola sahibiz. Cahiliyeden İslâm'a geçişi sağlayacak dönem uzun bir süreçtir. Bu süreç yolun ortasında, üzerinde buluşulacak bir köprü değil, cahiliye ehlinin İslâm'a geçişlerini sağlayacak bir köprüdür. Onlar ister İslâm ülkesi adı verilen yerde yaşayan ve kendilerini müslüman sananlar olsun, isterse de İslâm ülkesinin dışında yaşayan; karanlıktan nura çıkmayı, içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmayı, biz İslâm'ı tanıyanların tattığı ve yaşamaya çalıştığı iyilikle nimetlenmeye çalışan cahiliye ehli olsun fark etmez. Yoksa Allah'ın (c.c.) Rasülü'ne (s.a.v) demesini emrettiğini söyleriz: "Sizin dininiz size, benim dinim bana'' (Kafirun, 6) 76 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) 77 ĠMANIN ÜSTÜNLÜĞÜ "GevĢemeyiniz, üzülmeyiniz, iman etmiĢseniz mutlaka en üstün sizsiniz." (Al-i İmran, 129) Bu açıklamadan insan zihnine geliveren ilk şey bunun savaş alanındaki Cihad olduğudur. Oysa bu açıklamanın gerçeği ve kapsamı, çeşitli özellikleri ile bu tek durumdan daha büyük, daha geniştir. Ayet, müslümanın bilincinin, düşüncesinin eşyayı, olayları, değerleri ve kişilikleri değerlendirmesinin her zaman nasıl olması gerektiğini belirtir. Allah, bu ayetle müslüman kişinin, bütün kurumlara, değerlere ve kişilere karşı sahip olması gereken üstünlük halini belirler. İman temeli dışındaki temelden doğan bütün değerlere karşı imanın ve onun değerlerinin üstünlüğünü ortaya koyar. Bu, iman yönteminden sapan yeryüzü güçlerine, imanın yaşamadığı yeryüzü kanunlarına, imanın kurmadığı yeryüzü kurumlarına karşı olan bir üstünlüktür. Gücün zayıflığına, sayının azlığına, malın yokluğuna rağmen üstünlük; güçlülere, çokluklara ve zenginliklere olan üstünlük gibidir. Azgın bir gücün, toplumsal bir âdetin batıl bir hukuk düzeninin, insanlarca kabul görmüş, imanı bir dayanağı olmayan bir kurumun önünde boyun eğmeyen bir üstünlüktür bu. Cihaddaki dayanışma ve dayanma hali, bu yüce ilahî buyruğun içerdiği hallerden sadece biridir. İmana dayalı üstünlük, ne salt tek başına bir hareket, ne boş bir kibir, ne de ani bir kahramanlık olayıdır. O, ancak varlığın özünde gizlenmiş, sabit, hakka dayalı bir üstünlüktür. Güç mantığının, çevre düşüncesinin, toplum kavramının, insan alışkanlıklarının ötesinde baki olan, hak olandır. Çünkü o, ölmeyen diri olan Allah'la bağlantılıdır. Sağlam bir şekilde korunmayan, onun karşısına güçlü bir dayanakla çıkmayanlar için toplumun hâkim bir mantığı, genel bir örfü, ezici bir baskısı ve ağır bir ölçüsü vardır. Yürürlükteki anlayışların, yaygın düşüncelerin onun gölgesinde küçüleceği; daha yüce, daha büyük, daha güçlü bir kaynaktan yardım dilemedikçe, bunu yerleştirmedikçe, onların zararlı etkilerinden kurtulmak zordur. Toplumun karşısına dikilen ve onun hâkim mantığına, genel örfüne, değerlerine, düşüncelerine, anlayışlarına, sapıklıklarına karşı koyan kişi, insanlardan daha güçlü yeryüzünden daha sabit, hayattan daha yüce bir dayanağa yaslanmazsa bir zayıflık hissedeceği gibi, bir yabancılık da hisseder. Allah (c.c.) baskı altında yaşayan, ağır bir yük altında zayıflık ve hüznün kuşattığı müslümanı tek başına bırakmaz. Bu direktif ondan dolayı geliyor: "GevĢemeyiniz, üzülmeyiniz, iman etmiĢseniz mutlaka en üstün sizsiniz'' (Al-i İmran, 129) Bu direktif üzüntüye olduğu gibi, zayıflığa da karşı koymak için gelmektedir. Bu ikisi, nefsi doğrudan kuşatan iki duygudur. Salt sabır ve direnme ile değil, azgın güçlere, egemen değerlere, yaygın anlayışlara, öçlülere, kurumlara, geleneklere, adetlere sapıtmış topluluklara tepeden bakan bir üstünlükle karşı koyar. Müslüman dayanak ve kaynak bakımından en üstün olandır. Bütün bir yeryüzünün ne önemi vardır? İnsanların ne önemi vardır? Yeryüzünde hüküm Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) süren değerlerin ne önemi vardır? İnsanlar arasında revaçta olan ölçülerin ne önemi vardır? Çünkü o, her şeyini Allah'tan almaktadır. O'na dönecektir. O'nun yöntemi üzere yürümektedir. Varoluş gerçeğini algılama ve anlama bakımından da en üstün odur. İslâm'ın getirdiği biçimde tek olan Allah'a iman, büyük hakikatin bilgisine ulaşmanın en güzel biçimidir. Bu biçim, eski ve yeni büyük felsefelerin getirdikleriyle, putperest akidelerle, bozulmuş ehl-i kitapla, materyalist ideolojilerin saptırdığı düşünce ve anlayışlarla karşılaştırıldığında İslâm akidesinin büyüklüğü ortaya çıkar. Bu bilgiye sahip olanların herkesten üstün olduğu konusunda şüphe yoktur. (Bak. İslâm Düşüncesi, Çöl ve Kum yığınları başlıklı bölüm.) Hayatın, olayların, eşyanın, kişilerin değerlendirildiği ölçü ve değer anlayışı açısından da üstün olan odur. İslâm'ın getirdiği biçimde Allah'a ve sıfatlarına dair bilgiden kaynaklanan yalnızca küçücük dünyadaki değil, koskoca varlık âlemindeki değerlerin gerçek bilgisinden doğan akide, müslümana sadece gözlerinin önündekini kavrayabilen insanoğlunun elindeki çeşitli ölçü ve değerlerden daha sağlam, daha üstün bir değerler sistemi vermektedir. Mü'min, vicdan, şuur, ahlâk ve davranış bakımından da üstündür. Güzel isim ve yüce sıfatlarla nitelenen Allah'a olan inancı ona, yüceliği, temizliği, iffeti, takvayı, salih ameli, dosdoğru hilafeti bahşeder. Müslümanın dünyadaki sıkıntı ve üzüntülerini Ahiret mükâfatı ile yok eder. Dünyadan nasipsiz ayrılsa bile, kalbi ahiret mükafatı ile dopdoludur. O, hukuk ve siyasal düzen açısından da en üstündür. Müslüman, insanlığın, eski ve yeni, tanık olduğu bütün düzenlere bakıp onları kendi düzeniyle karşılaştırdığında, onların hepsinin kendi düzenin yanında çocuk oyunlarına, körlerin hareketlerine benzediğini görecektir. İnsanlığın sapıklığına şefkat ve merhametle yaklaşıp, içinde bulunduğu kötü durumu tedavi etmeye çalışacaktır. Kendinde bu sapıklık ve kötülüğe karşı sadece üstünlük duygusu bulacaktır. İlk müslümanlar boş görüntülere, azgın güçlere cahiliye döneminde insanları ibadet etmeye çağıran değerlere karşı böyle tavır koyuyorlardı. Cahiliye bir zaman dilimidir. Fakat o, geçmişte, günümüzde ve gelecekte toplumun İslâmî yöntemden saptığında yinelene gelen bir durumdur. Muğire b. Şu'be ünlü İran komutanı Rüstem'in karargâhında cahiliyenin biçimlerine, kurumlarına, değerlerine, anlayışlarına şöyle bir tavır koymuştu: "Ebu Osman en-Nehdi'den rivayet edilmiştir. Muğire köprüye gelip İran tarafına geçtiğinde, onu bir yere oturttular. İçeriye girmesi için Rüstem'den izin istediler. Rüstem'e güçlerini fazla göstermek için üzerlerinde bir değişiklik yapmadılar. Az sonra Muğire b. Şu'be kalktı, yürüdü. İran'lı askerler üniformalarını, taçlarını, altın işlemeli elbiselerini giymişti. Yerlere üçyüz ya da dörtyüz adımlık (fit) halı döşenmişti. Komutanlarının yanına bu halıda yürüyerek varılıyordu. Muğire elinde bir kamçı olduğu halde yürüdü. Koltuğuna oturup yastığına yaslandı. Üzerine atlayıp onu tartakladılar ve indirdiler. Onlara şöyle dedi: "Bize sizinle ilgili rivayetler gelirdi. Ancak Ģimdi görüyorum ki, sizden daha aĢağılık bir millet yoktur. Biz Arap toplumu eĢitiz. SavaĢ durumu hariç, birbirimizi köle edinmeyiz, bizim gibi birbirinizle yardımlaĢan bir millet olduğunuzu sanıyordum. Kiminizin kiminizi Rab edindiğini haber verseydiniz Ģu yaptığınızdan daha iyi olurdu. Bu yaptığınız doğru bir Ģey değildir. Biz bunu yapmayız. Ben kendiliğimden gelmedim. Siz çağırdınız. Bugün sizin, çökmekte olduğunuzu gördüm. Siz yenileceksiniz. Bu Ģekilde, bu akılla bir devlet ayakta duramaz". Rib' i b. Amir, Rüstem ve avanesine, Kadisiye savaşından önce aynı tavrı 78 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) koymuştu: "Sa d b. Ebi Vakkas Kadisiye'den önce Rib'i b. Amir'i, Ġran orduları komutanı Rüstem'e elçi olarak göndermiĢti. Yanına girdiğinde, makam odasının ipekli halı ve yastıklarla döĢenmiĢ olduğunu gördü. Tacını giymiĢti, üzerinde çok değerli inci ve yakutlar vardı. Altın koltukta oturuyordu. Rib'i basit bir elbise, kalkan ve zayıf atıyla yanına girdi. Atından halının kenarına basıncaya kadar inmedi. Sonra indi ve atını bir kenara bağladı. Üzerinde silahı, baĢında miğferi olduğu halde Rüstem'e doğru yürüdü. Silahını bırak dediklerinde, "Ben kendiliğimden değil, siz çağırdınız diye geldim, bu halimle kabul ederseniz ne ala, yoksa geri dönerim", cevabını verdi. Rüstem bırakın gelsin," dedi. Yürüdü ve yastıkların üzerine koyduğu mızrağına yaslandı. Rüstem "Sizi buraya getiren nedir?" deyince, dileyeni kula kulluktan tek olan Allah'ın kulluğuna, dünyanın darlığından, dünyanın ve ahiretin geniĢliğine, dinlerin zulmünden Ġslâmın adaletine kavuĢturmak için Allah gönderdi bizi, karĢılığını verdi. Durumlar değişti artık. Müslüman salt maddî güçten, oluşan güçler karşısında mağlup konumdadır. Ancak kendisinin üstün olduğu bilincinden kopmamak, müslüman olduğu sürece kendisinden üstün görünene tepeden bakmalıdır. Bilmelidir ki, bu geçici bir durumdur. Kaçınılmaz olan şey, bir gün imanın sırasının geleceğidir. Bu durumu kabul eder, ama ona boyun eğmez. Bütün insanlar ölür. O ise, şehid olur. O, bu dünyayı bırakıp cennete giderken, Ona galip gelenler cehennemi boylar. Arada ne büyük bir fark vardır. O, yüce Rabbinin şu nidasına kulak verir: "Ġnkâr edenlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaĢması sakın seni aldatmasın. Az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir yataktır. Fakat Rablerinden sakınanlara, Allah katından ziyafetler bulunan, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler vardır. Allah katındaki Ģeyler, iyi olanlar için daha hayırlıdır." (Âl-i İmrân. 196–198) Topluma egemen olan akide, düşünce, değer ve kurumların hepsi müslümanın akidesine, düşüncesine, değerine, ölçüsüne terstir. O kendisinin üstün olduğunu, diğerlerin hepsinin aşağı bir konumda oldukları bilincine her zaman sahiptir. Onlara yüksekten şerefle, izzetle, merhametle, şefkatle bakar. Kendisinin sahip olduğu iyiliğe ulaşmalarını kendisinin yaşadığı yüce ufka ermelerini diler. Batıl kimi zaman gürültü yapar, bağırıp çağırır, sesini yükseltir, kabarır. Gözleri ve kalpleri örten yapmacık hallere bürünür. Bu hallerin ardındaki kötü ve alçak yönleri görünmez olur. Müslüman bu azgın batıla, buna kanmış zavallı topluluklara tepeden bakar. Korkmaz, üzülmez. Sahip olduğu doğrulara ısrarla bağlılığından, izlediği yöntemde direncinden bir şey eksilmez. Sapıklıkların, aldananların hidayete kavuşması arzusu da zayıflamaz. Toplum bayağı arzularının içinde boğulup yararlanacağı umuduyla prangalardan kurtulacağı zannıyla çamura, balçığa gömülür. Bu gibi toplumlarda yararlı ve güzel olan herşey ortadan kalkar. Ancak bozuk, yararsız, çamur ve balçık kalır. Bu durumda müslüman çamur ve balçık deryasında boğulanlara tepeden bakar. O kendi başınadır. Korkmaz, üzülmez. Nefsi ona tertemiz elbisesini çıkarıp bu pisliğe dalmasını kabul ettiremez. O, imana, onun verdiği lezzete sahip olmakla üstündür. Dinden, faziletten, yüce değerlerden, soylu amaçlardan, temiz ve güzel olan her şeyden uzaklaşmış olan toplumda dine sahip olmak kor ateşi elde tutmak gibidir. Diğerleri onun bu konumuyla alay edecekler, düşünceleriyle eğlenecekler, değerlerine güleceklerdir. Ama o korkmayacak, o alay edenlere, eğlenenlere, gülenlere tepeden bakacaktır. Kendisinden önce iman etmiş, bu uzun yolda yürümüş, bu kervana katılmış olanlardan birinin, Nuh'un (a.s.) dediği 79 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) gibi diyecektir: "Bizimle alay ediyorsunuz ama alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. "(Hud. 38) Yine O, Allah'ın şu ayetinde tasvir edilen kafilelerin sonlarını görür: "Suçlular iman edenlere gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırparlardı. Taraftarlarına vardıklarında bununla eğlenirlerdi. Ġman edenleri gördükleri zaman "Doğrusu bunlar sapık olanlardır" derlerdi. Oysa kendileri, iman edenlere gözcü olarak gönderilmiĢlerdi. Bugün de, iman edenler inkârcılara gülerler. Tahtlar üzerinde, inkârcıların yaptıkları Ģeylerin karĢılığının nasıl verileceğini seyrederler." (Mutaffifin, 29–36) Kur'an daha önce de; bize kâfirlerin Müslümanlara söyledikleri şu sözü haber vermişti: "Ayetlerimiz, kendilerine apaçık okunduğu zaman inkar edenler, mü 'minlere, "Bu iki grubun hangisinin makamı daha iyi, yeri daha güzeldir" derler." (Meryem. 73) Evet, iki gruptan hangisi? Muhammed'e iman etmeyen güçlüler mi, yoksa onun çevresinde toplanan fakirler mi? Hangisi? Nadr b. Haris, Amr b. Hişam, Velid b. Muğire, Ebu Süfyan b. Harb mi, yoksa Bilal, Ammar, Suheyb, Habbab mı? Eğer Muhammed'in davet ettiği daha hayırlı ise ona uyanlar, Kureyş içinde hiç bir güç ve kuvvetleri olmayanlar Darul Erkam gibi mütevazı bir evde toplananlar değil, Dar'ün Nedve gibi bir yerde bir araya gelen şan-şöhret, güçkuvvet sahibi kişiler olurdu. (!) Bu, yeryüzü mantığıdır. Her zaman ve her yerde yüce ufuklardan mahrum olanların mantığıdır. Akidenin süs ve ziynetten soyutlanması, azdırıcı etkenlerden, hakim güce yakınlıktan, kuvvetle böbürlenmekten, lezzete sahip olmakla övünmekten, içgüdünün dümen suyuna girmekten uzak oluşu Allah'ın hikmeti gereğidir. O, ancak çabalamak, zorluğa göğüs germek, cihad etmek ve şehid olmaktır. Onu kabul eden insanlar ve onların benimsedikleri değerlerden dolayı değil, sırf Allah rızasını istediğini aklında tutarak kabul etsin. Çıkar ve yararları arzulayanlar, süsü ve şöhreti isteyenler, mal mülk peşinde olanlar, Allah'ın ölçüsünde çok cılız kalan insanî ölçüleri değer olarak kabul edenler de bunu böyle bilerek reddetsin. Mü'min, değerlerini, düşüncelerini insanlara dayandırmaz ki, insanlar beğenmediğinde üzülsün. Bunları yalnızca insanların Rabbinden alır. O, ona kâfidir, yeterlidir. Onları, yaratıkların arzularına da dayandırmaz ki, arzularıyla birlikte bunlar da değişsin. Onları yalnızca değişmeyen, sapmayan hakkın ölçüsünden alır. Şu geçici sınırlı âlemden almaz onları. Gönlündeki varlık pınarlarından alır onları. İnsanların Rabbine, hakkın ölçüsüne, varlık pınarlarına bağlı olan mü'min nasıl kendinde bir zayıflık, kalbinde bir hüzün hissedebilir? O, hak üzeredir. Haktan başka, sapıklığın dışında başka bir şey var mıdır? Varsın, sapıklığın gücü olsun, kuvveti olsun, toplulukları, grupları olsun. Bu hakkı değiştiremez. Çünkü o, hak üzeredir. Ve haktan başka sapıklığın dışında bir şey yoktur. Hiç bir mü'min, mü'min iken sapıklığı hakka tercih etmez. Şartlar ne olursa olsun, kesinlikle hakkı sapıklıkla değiştirmez: "Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, katından bize bir rahmet ver. Sen sonsuz bağıĢta bulunansın. Rabbimiz! Geleceğinde Ģüphe olmayan günde, insanları toplayacak olan sensin. ġüphesiz Allah verdiği sözden caymaz '' (Al-i İmran. 8–9.) 80 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) 81 YOL BUDUR "Burçlara sahip olan göğe andolsun! Va'dolunan güne andolsun! O gün Ģahitlik edene ve edilene and olsun! Hazırladıkları hendekleri, tutuĢturucu ateĢle doldurarak onun çevresinde, oturup mü'minlere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları iĢkenceleri seyredenlere lanet olsun!.. Kâfirlerin müminlere zulmetmeleri onların sadece göklerin ve yerin egemenliğinin kendisine ait olan, övülmeye layık ve güçlü olan Allah'a iman etmiĢ olmalarındandır. Allah her Ģeyden haberdardır. Mü'min erkek ve kadınlara dinlerinden dönmeleri için iĢkence edip sonra yaptıklarına tevbe etmeyenler (yok mu), onlar için cehennem azabı vardır. Yakıcı azab da onlaradır, iman edip salih amel iĢleyenler için de içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır. Bu, büyük kurtuluĢtur. Doğrusu Rabbinin intikamı çok Ģiddetlidir. Yaratan ve bunu yineleyen O'dur. Çok bağıĢlayan, çok sevendir. Yüce arĢın sahibidir. Dilediğini kesinlikle yapandır..." (Buruc, 1–16) Buruc suresinde zikredildiği gibi Ashab-ı Uhdud kıssası her yerde, her nesilde Allah'a davette bulunan mü'minlerin düşünmesi gereken bir gerçektir. Kur'an bu üslûbu ve girişiyle; bunu yorumlayıp, açıklamasıyla, buna uygun şekilde yönlendirmesiyle Allah'a davetin niteliği, insanın oradaki rolü ve bu geniş alandaki -bu toprak olarak yeryüzünden daha geniş, dünyadan büyüktürmuhtemel gelişmelere dair derin bir çizgi çizmekte, müslümanlar için yoldaki işaretleri belirlemektedir. Onları Allah'ın gayb bilgisinde gizli olan hikmeti gereği bu yolda başlarına geleceklere karşı hazırlamaktadır. Bu kıssa, Rabbine iman etmiş ve imanlarının hakikatini haykırmışların, sonra bu nedenle, Hakka iman etme özgürlüğü; güçlü ve her türlü övgüye lâyık olan Allah'a inanma özgürlüğü hakları ellerinden alınanların... Böylece zorba ve zalim düşmanların işkencelerine maruz kalmış bir grubun... İnandığı gibi yaşamak isteyen küçük bir müslüman topluluğun kıssasıdır. O zalimler insanın Allah katındaki değer ve yüceliğini hiçe saymaktadırlar. Değerli bir varlık olan insanın acılarını tağutlar, bir oyun aracı olarak görmekteler, ateşle işkence edilirkenki haliyle de eğlenmektedirler. İman bu kalplerle işkenceye üstün gelmiş, akide hayata karşı zafer kazanmıştır. Müslüman, zorbaların, tağutların tehditlerine aldırmamış, ateşte ölünceye kadar yanarken dininden vazgeçmemiştir. Bu kalpler, dünya hayatına ibadet etmekten kurtulmuş, bu korkunç şekilde ölümle yüz yüze gelirken bile hayatta kalma sevdasına boyun eğmemiş, yeryüzünün bütün çekiciliğinden, prangalarından kurtulmuş, akidenin hayata galip gelmesiyle yücelmiştir. Bu iman etmiş, hayrı isteyen, yüce ve değerli kalplerin karşısında, kâfir, kötü, günahkâr ve alçak bir topluluk vardı. Bunlar ateşin yanına oturmuşlar, mü'minlerin nasıl işkence gördüklerini, nasıl acı çektiklerini seyrediyorlardı. Oturmuşlar; ateşin yiyip bitirdiği hayatın manzarasıyla eğleniyorlardı. Ve o yüce insanlar da ateşlerine yakıt olup toprağa dönüşüyorlardı. Ateşe mü'minlerden, o Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) iyi insanlardan bir delikanlı, bir genç kız, bir kız çocuk, bir ihtiyar kadın, bir erkek çocuk ya da bir ihtiyar adam atılınca tağutların ruhlarında ada bir mutluluk peydah ediyor, çılgınların kanlı çığlıkları ortalığı kaplıyordu." Tağutların bu derece alçakça gerçekleştirdikleri ve oturup bu korkunç işkence manzarasını seyre koyuldukları dehşetengiz olay budur. Bunu, bu adilikleri hiç bir vahşi hayvan yapmaz. Vahşi hayvan yemek için saldırır, avının çektiği acılardan haz duymak için değil. Mü'minlerin ruhlarının yükseldiği ve kurtulduğu bütün çağ ve nesillere önderlik eden ve sayesinde insanlığın yüceler yücesine vardığı olay budur. Yeryüzü hesaplarına göre; azgınlığın imana galip geldiği görülebilir. İyiliksever, yüce ve üstün bir topluluğun nefislerinde o yüce zirveye ulaşan bu imanla azgınlık arasındaki savaşta bir hesap ve kitap olmamıştır. Kur'an ayetlerinin anlattığı üzere bu olayla ilgili rivayetler; Allah'ın (c.c.) Nuh kavmini, Hud kavmini, Salih kavmini, Şuayb kavmini, Lut kavmini, Firavun ve askerlerini helak ettiği gibi o tağutları da bu suçlarından dolayı helak ettiğini zikretmiyor. Yeryüzü hesaplarına göre bu son, üzüntü ve acı veren bir son olarak görülebilir. İş böyle mi bitecektir? İmanın zirvesine ulaşan mü'min topluluk, hendekte korkunç acılarla kaybolup gidecek midir? Bu derece azgınlık yapan asi topluluk kurtulacak mıdır? Yeryüzü hesabı, bu acı sondan dolayı senin kalbine bir şey ilham eder. Ancak Kur'an mü'minlere başka bir şey öğretiyor: Onlara başka bir hakikatin kapısını aralıyor. Onlara kendisiyle kendilerini ölçecekleri değerlerin yapısını, yapacakları savaşın güzelliğini gösteriyor. Hayat, acı tatlı yönleriyle, varlık ve yokluğuyla mizanda büyük bir değer değildir Kazanma ya da kaybetmeyi belirleyen öğe de değildir. Zafer, zahiren galip olmayla sınırlı değildir. Bu, zaferin birçok biçiminden sadece birisidir. Allah'ın terazisinde en büyük değer, akide değeridir. Allah'ın pazarında revaçta olan mal imandır. En büyük zafer ruhun maddeye, akidenin acıya, imanın işkenceye karşı kazandığı zaferdir. Bu olayda, mü'minlerin ruhları, korkuya, acıya, dünyanın ve hayatın çekiciliğine, işkenceye, bütün çağlarda bütün bir insanlığa yol gösteren bir zafer kazanmıştır. İşte zafer budur. İnsanların hepsi ölürler. Ölüş nedenleri farklıdır. Fakat insanların hepsi bu zafere erişemezler, bu yüksekliğe ulaşamazlar, bu özgürlüğü elde edemezler, bu ufuklara varamazlar. Bu sadece, mele'i âlânın ölümde insanlarla birlikte olması ve dünyadaki yücelik yalnızca onların olsun diye Allah'ın seçtiği, şereflendirdiği değerli bir topluluğun yapacağı iştir. Mü'minler hayatlarını, imanlarından vazgeçerek kurtarma imkânına sahiptirler. Böyle yapsalardı ne kadar hüsrana uğrarlardı? Bütün bir insanlık da ne kadar hüsran olurdu? Bu büyük anlamı terk ettikleri zaman, inançsız bir hayatı, hürriyetsizliği tercih ettikleri takdirde ne kadar hüsrana, ziyana uğrarlardı? Tağutlar vücutlarına egemen olduktan sonra, ruhlarına da egemen olurken neleri kaybederlerdi? Bu, gerçekten yüce bir keyfiyettir, büyük bir anlam ifade eder. Onlar yeryüzünde ölürken, ateş onlara dokunup fani vücutlarını yakarken kazandıkları şey işte budur. Ateşin temizlediği bu yüce değer galip gelmektedir. Savaş alanı yalnızca yeryüzü, yalnızca dünya hayatı değildir. Savaşın tanıkları da yalnızca insanlar değildir. Yüce Topluluk (Mele'i a'la) yeryüzündeki olaylara karışmakta, bunlara lehinde ya da aleyhinde şahitlik etmektedir. İnsanlar arasında yürürlükteki ölçünün dışında başka bir ölçüyle onları ölçmektedir. Yüce 82 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) topluluğa, İnsanların yeryüzüne katıldığından kat kat fazla saygın ruhlar katılır. Yüce topluluğun övgüsü ve ilgisi yeryüzündeki insanî değerlendirmelerden kesinlikle daha büyük, daha fazladır. Bundan da öte, ahiret vardır. Yeryüzünün kendisine katıldığı temel alandır o. Ne var olan gerçekte, ne de bu gerçeğe inananın duygusunda, ondan ayrılma olmaz. Öyleyse henüz savaş bitmemiş, asıl sonuç da hali hazırda alınmamıştır. Yeryüzünde bununla ilgili verilen hüküm doğru olmayan bir hükümdür. Çünkü bu hüküm, bu savaşın az bir kısmı için verilen bir hükümdür. İlk bakış, aceleci insanın kısa vadeli, dar açılı bakışıdır. İkinci bakış ise Kur'an'ın mü'minleri teşvik ettiği uzun vadeli, geniş açılı bakıştır. Çünkü o, sahih iman anlayışının üzerine kurulduğu gerçeği yansıtmaktadır. Bundan dolayı Allah'ın, imana, itaata, sabra ve hayatın fitnelerine galip gelmeye karşılık mü'minlere vaat ettiği şey, kalbin huzur ve sükûnudur: "Onlar iman etmiĢler, kalpleri Allah'ı zikretmekle huzura ermiĢtir. Dikkat edin, kalbler ancak Allah'ı zikretmekte huzura erer." (Ra'd, 28) Bu, Allah'ın, Rahman'ın hoşnut olması, sevmesidir: "Ġman edip salih amel yapanlar için Rahman bir sevgi verecektir." (Meryem, 96) Bu, yüce topluluk tarafından anılmaktır da: Allah Rasûlü (s.a.v.) buyurdu: Kulun çocuğu öldüğünde Allah meleklere: "Kulumun çocuğunu mu öldürdünüz?" diye sorunca, "Evet" derler. "Kalbinin meyvesini mi aldınız" deyince Allah'a "Evet" derler. Allah der ki, "Kulum ne dedi?" "Sana hamdetti, inna lillahi ve inna ileyhi raciun dedi" derler. Allah "Kulum için cennette bir ev yapın, bu eve "hamd evi" adını verin buyurur." (Tirmizi) Yine Allah Rasûlü buyurdu ki: Allah (c. c.) şöyle buyurdu: “Ben, kulum benim hakkımda ne düĢünüyorsa O'yum. Beni zikrederken onunla beraberim. Kendi kendine beni zikrederse, ben de onu kendi kendime zikrederim. Eğer beni bir topluluk içinde zikrederse, ben onu, ondan daha iyi bir toplulukta zikrederim. O bana bir karıĢ yaklaĢırsa, ben ona bir dirsek yaklaĢırım. O bana bir dirsek yaklaĢırsa, ben ona bir kulaç yaklaĢırım. Eğer o bana yürüyerek gelirse, ben ona koĢarak giderim." (Buhari, Müslim) Bu, yüce topluluğun yeryüzündeki mü'minlerin işiyle ilgilenmesidir de: "ArĢı taĢıyan ve çevresinde bulunanlar, Rablerine hamdederek onu teĢbih ederler. O'na iman ederler. Müminler için, "Rabbimiz! Ġlmin ve rahmetin her Ģeyi kapsamıĢtır. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağıĢla, onları cehennem azabından koru" diyerek istiğfarda bulunurlar." (Mümin,7) Allah katında şehidler için ayrı bir hayattır da o: "Allah yolunda öldürülenleri ölü sayma, tersine onlar Rableri katında diridirler. Allah'ın bol nimetin den onlara verdiği Ģeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine katılamayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar Allah'ın verdiği bir nimeti, bolluğu ve Allah'ın, mü'minlerin ecrini karĢılıksız bırakmayacağını muĢtulamak isterler." (Mü'min, 7) Allah yalanlayanların, tağutların, suçluların ahirette cezalandırılacağını, belli bir zamana kadar yeryüzünde kendilerine zaman tanındığını bir va'd olarak tekrar tekrar beyan eder. Her ne kadar bazılarının cezasını dünyada veriyorsa da, sonraki ayetlerde asıl cezanın ahirette olduğu bildirilmektedir: "Ey Muhammed, inkar edenlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaĢması, sakın seni aldatmasın. Az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü barınaktır! " (Al-i İmran,196–197) "Sakın, Allah 'ı 83 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma; gözlerinin dıĢarı fırlayacağı bir güne kadar onları ertelemektedir. O gün baĢları kalkmıĢ, gözleri kendilerine dönemeyecek Ģekilde sabit kalmıĢ, gönülleri bomboĢ halde koĢup duracaklardır, " (İbrahim, 42–43) "Onları bırak, kendilerine vadedilen güne kavuĢuncaya kadar dalıp oynasınlar. Kabirlerinden hızlı hızlı çıkacakları gün, gözleri dönmüĢ, yüzlerini zillet bürümüĢ olarak sanki dikili putlara doğru koĢarlar. ĠĢte bu, onlara söz verilmiĢ olan gündür. " (Mearic, 42–44) Böylece insanların hayatı Yüce Topluluğun hayatıyla, dünyada ahiretle birleşmiş olur. Yeryüzü tek başına hayırla şerrin, hakla batılın, imanla inkârın arasındaki savaş alanı değildir. Dünya hayatı da son istasyon, bu mücadeledeki ayrışma noktası değildir. Dünya ve onunla ilintili tatlar, acılar, varlıklar ve yokluklar mizanda pek değerli sayılmazlar. Zamanda ve mekânda, değer ve ölçülerde bir alan genişlemesi olmuş, mü'min nefislerin dış dünyasında (afakında) bir genişlik meydana gelmiş, ilgileri artmıştır. Yeryüzü ve içindekiler, dünya hayatı ve onunla ilgili olanlar ise küçülmüştür. Mü'minse, gördüğü ve tanıdığı dış dünya ve hayat kadar büyümüştür. Ashab-ı Uhdud kıssası, bu geniş kapsamlı büyük ve yüce anlayışın inşası yolunda zirve bir örnektir. Ashab-ı Uhdud kıssasının, Buruç suresinin Allah'a davetin yapısıyla ilgili; her ihtimal karşısında davetçinin konumuyla ilgili ortaya koyduğu başka bir şey daha var. Allah'a davetin tarihi, yeryüzünde farklı davalara ait çeşitli örneklerin sonuçlarına tanık oldu. Nuh kavminin, Hud kavminin, Şuayb kavminin, Lut kavminin mücadelelerine, az sayıdaki mü'min topluluğun kurtuluşuna tanık oldu. Bundan sonra Kur'an, kurtulanların yeryüzünde, hayatta bir rolleri olup olmadığını belirtmiyor. Bu örnekler, bazen Allah'ı (c.c.) yalanlayanlara ve tuğyan edenlere, azabın bir kısmını bu dünyada tattırmak istediğini, asıl azabın orada, öteki dünyada onları beklemekte olduğunu bildiriyor. Davetin tarihi; Firavun ve askerlerinin boğuluşuna, Musa ve kavminin ilk kez en iyi şekilde bir üstünlük sağlayarak, kurtuluşuna tanık olmuştur. Her ne kadar O'nun kavmi doğru yola girmemiş, yeryüzünde Allah'ın dinini bütün bir hayatı kuşatacak şekilde hâkim kılmaya yönelmemiş iseler de, bu örnek ilk örneklerden farklıdır. Yine davetin tarihi, hidayete, Muhammed'e (s.a.v.) ve imana karşı çıkan müşriklerin mücadelesine karşın hayretengiz bir şekilde akidenin nefislerde galib gelmesiyle mü'minlerin gerçek bir zaferine tanık olmuştur. İnsanlık tarihinde ilk kez, insanlığın daha önce kesinlikle görmediği bir biçimde Allah'ın yönteminin hayata hükümran oluşu gerçekleşmiştir. Gördüğümüz gibi Ashab-ı Uhdud örneğine de tanık olmuştur. Dün ve bugün, iman tarihi, arşivinde nadiren rastlanan diğer örneklere tanık olmuştur. Çağlar boyunca bu sonuçlar arasında değişe gelen örneklere hala tanık olmaktadır. Uhdud olayı ve buna yakın ya da uzak diğer örnekler kaçınılmazdır. Mü'minlerin kurtulmadığı, kâfirlerin cezalandırılmadığı örnek olaylar zorunludur. Bu, mü'minlerin, Allah'a davet erlerinin hissiyatında, Allah'a giden yollarında, böyle bir sonuca davet ettiklerinin yerleşmesi içindir. Onların yapabileceği bir şey yoktur. Kendileri ve akideyle ilgili netice Allah'a aittir. Onlara düşen, görevlerini yerine getirmek, sonra da çekip gitmektir. Onların görevleri Allah'ı seçmek, akideyi hayata hakim kılmak, fitneye karşı imanla 84 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) yükselmek, hem amelde, hem de niyette Allah'ı tasdik etmektir. Sonra Allah onlara ve düşmanlara yapacağını yapar. Davetine, dinine istediğini yapar. İman tarihinin tanıdığı ya da bilmediği, görmediği bir sonuca bağlar onların işini. Onlar Allah katında işçidirler. Allah nerede, ne zaman ve nasıl çalışmalarını istemişse, öylece çalışmışlar, malum ücreti almışlardır. Davetin hangi yöne gideceği onların sorumluluğunda değildir. Bu, işçiyi değil, işvereni ilgilendiren bir husustur. Onlar, ilk etapta kalpte bir huzura, bilinçte bir yüceliğe, anlayışta bir güzelliğe, engel ve cazibelerden, her durumda korku ve endişeden bir kurtuluşa ererler. İkinci etapta, henüz bu daracık yeryüzünde iken Yüce Topluluğun övgüsüne, zikrine, ikramına mazhar olurlar. Son etapta ise, ahirette kolay bir hesap ve büyük bir nimete ererler. Bütün bunlardan daha büyüğü ise, Allah'ın rızasıdır. Onlar, Allah'ın kaderinin aracı, gücünün örtüsü olsunlar diye seçilmişlerdir. Allah onlarla yeryüzünde istediğini yapar. İlk dönem Müslümanları arasından seçilen topluluğun Kuranî eğitimi, onları kendi benlik ve çıkarlarından soyutlayarak bu gelişme düzeyi ile sonuçlanmıştır. İşverenin yanında işçi olarak çalışmışlar, her durumda, her konumda Allah'ın kendileri için seçtiğine razı olmuşlardır. Nebevi eğitim de Kur'anî emirlerle birlikte yürüyor, kalpleri ve buluşları cennete, Allah'ın dünyada ve ahirette istediğini yapmaya, belirlenen rolün kendilerine verilmesine yöneltiyordu. Peygamber (s.a.v.) Ammar'a, annesine, babasına, -Allah hepsinden razı olsun- Mekke'de müthiş işkenceler yapıldığını görüyordu. Şundan başka bir şey söylemiyordu: "Sabredin Yasir ailesi, sabredin, size va'dedilen yer cennettir" Habbab b. Eret'in rivayetine göre şöyle dedi: "Allah Rasûlü'ne (s.a.v.) Ģikâyette bulunduk. Kâbe’nin gölgesinde, hırkasına bürünmüĢ duruyordu. "Bizim için yardım istesene, dua etsene" dedik." Sizden önce adam alınıp götürülür, yerde ona bir çukur kazılır ve oraya gömülürdü. Sonra bir testere getirilip boydan boya kesilerek ikiye ayrılır, demir taraklarla eti kemiğinden ayrılıncaya dek taranırdı da, bu, onu dininden ayıramazdı. Allah'a and olsun ki, Allah bu dini tamamlayacaktır. O kadar ki, yolcu San'a 'dan Hadramut'a kadar emniyet içinde seyahat edecek, ancak Allah'tan korkacak, kurt dahi koyununa saldırmayacaktır. Ancak siz acele ediyorsunuz" (Buhari) Her konumun, her durumun ardında Allah'ın bir hikmeti vardır. O, bütün bu varlığı evirip çeviren, onun başlangıç ve sonunu bilen, olayları ve ilişkileri düzenleyendir. O, gayb bilgisinde saklı olanı uzun seyir çizgisinde İradesi'ne boyun eğen hikmeti bilendir. Nesiller sonra, çağlar sonra; çağdaşlarının hikmetini kavrayamadıkları, bir olayın hikmeti, bazen bizce bilinebilir. Belki onlar "niçin" diye soruyorlardı?" Ya Rabbi niçin bu böyle oluyor?" Bu sorunun bizatihi kendisi, mü'minin uzak durması, sakınması gereken bilgisizliktir. Çünkü o daha başlangıçta, her kaderin ardında bir hikmetin olduğunu bilir. Çünkü düşünce alanının genişliği, zaman, mekân, değer ve ölçülerdeki geniş boyutluluk daha işin başında onu böyle soruları düşünmekten alıkor. Teslimiyet ve huzurla kadere boyun eğer. Kur'an, emaneti yüklenecek kalpler hazırlıyordu. Bu kalplerin o derece sert, 85 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) güçlü ve dayanıklı olması gerekiyordu ki, her şeyini harcarken, her şeye katlanırken, şu yeryüzünde hiç bir şeye yönelmeyecek, bakışlarını ancak ahirete çevirecek, Allah'ın rızasından başka bir şey istemeyecekti. Bu kalpler, dert, güçlük, yoksunluk, işkence ve ölümle bile olsa bütün bir yeryüzünü terk etmeye hazırlanıyorlardı. Şu dünyada, davetin galibiyeti, İslâm'ın ve Müslümanların üstün gelmesi gibi yakın bir mükâfatı olmayan bir hazırlıktı bu. Bu mükâfat, önceki yalanlayıcılara yaptığı gibi, Allah'ın onları kahr-u perişan etmesi şeklinde olsa bile. Bu hazırlık, o kalplerin yeryüzü yolculuklarında yapacakları şeyin karşılıksız vermek olduğu, Hak ile Batıl arasında hükmün verileceği ahireti beklemek olduğu bilinç yerleşinceye kadar sürer. Allah, yaptıkları biat ve anlaşma üzere niyetlerinin doğruluğunu bilince, yeryüzüne zafer gelir. Emanet teslim edilir. Bu hassasiyet onların kendileri için değil, ilahî yöntem emanetinin hâkim kılınması içindir. Bu kalpler, dünyada kendilerine bir pay, bir ganimet sözü verilmeden, alacak-verecek araya girmeden bu emaneti yerine getirecektir. Allah'ın rızasından başka bir şey gözetmemişler, kendilerini Allah'a vermişlerdir. Zaferi, ganimetleri, müşriklerin yeryüzünde Müslümanların eliyle öldürülmelerini zikreden ayetlerin hepsi Medine de inmiştir. Bu işler müslümanın programının, beklentisinin dışına çıkınca zafer gelmiştir. Çünkü Allah'ın iradesi, bu yöntemin insan hayatında görünür hale gelmesini gerektirir. Sonraki nesillerin göreceği belirli bir biçimde pratik olarak yerleşmiştir. Yorgunluk, dert, ölüm ve acılara karşılık değil, ancak şu anda (kendisini) görmeye çalıştığımız, ardında gizli bir hikmet bulunan Allah'ın kaderi gereği olmuştur. Bütün bir yeryüzünde, bütün nesillerde, Allah'a davet erlerinin düşünmesi gereken bir özelliktir bu. O, Yoldaki İşaretleri göstermek, sonuç nasıl olursa olsun, yolun sonuna dek yürümek isteyenlerin adımlarını sabitleştirmeye yeterlidir. Sonra davete ve onlara Allah'ın kaderi doğrultusunda bir şeyler olur. Kafatasları, et parçaları, ter ve kanla düzenlenen yolda gözlerini zafere, galibiyete ya da yeryüzünde Hak ile batılın, arasının ayrılmasına çevirmezler. Bunlarla Allah, davet ve dinine bir şey yapmak isterse Allah'ın istediği bu şey gerçekleşecektir. Acılara, verilen canlara karşılık değil. Hayır, dünya mükâfat yeri değildir. Bu, ancak Allah'ın dilediğini gerçekleştirsinler diye seçtiği bazı kulları aracalığıyla davet ve dini konusunda Allah'ın takdirinin, kaderinin tecelli etmesidir. Onlara, dünya hayatı ve yeryüzündeki bu yolculuklar sırasında karşılaştıkları her darlık ve bolluğun küçük ve güdük kaldığı bu "seçilme onuru" yeter. Uhdud kıssasındaki Kur'anî yorumlardan birinin işaret ettiği başka bir gerçek de şudur: "Onların müminlere zulmetmeleri, övülmeye layık ve güçlü olan Allah'a iman etmelerinden dolayıdır. "(Buruc, 8) Her yerde, her nesilde Allah'a davette bulunanların düşünmesi gereken bir gerçektir bu. Mü'minlerle düşmanları arasındaki savaş, esasında bir akide savaşıdır, kesinlikle başka bir savaş değildir. Düşmanları onlara yalnızca imanlarından dolayı kınayıp zulmetmekte, onlara sadece akidelerinden dolayı kızmaktadırlar. Bu, politik, ekonomik ve etnik bir savaş değildir. Eğer böyle bir şey olsaydı durdurulması, sorunun çözümlenmesi kolay olurdu. Bu, gerçekte bir akide savaşıdır: Ya küfür, ya iman. Ya cahiliye ya Ġslâm. Müşriklerin ileri gelenleri Allah Rasûlü'ne (sav) tek bir şey karşılığında, akide savaşını terk etmesi veya bu konuda yumuşak davranması karşılığında mal ve yönetim teklifinde bulunmuşlardı. Allah korusun, onların isteklerinden birini kabul etmiş olsaydı, ortada savaş kalmazdı. Bu, bir akide sorunu, bir akide savaşıdır. Her nerede bir düşmanla 86 Yoldaki Isaretler ( Seyyid Kutub ) karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, Müslümanların yakinen bilmeleri gereken şey budur. Onlara düşmanlık eden ancak bu akideden dolayı düşmanlık eder: Ancak güçlü ve övgüye layık olan Allah'a iman etmelerinden, itaat ve boyun eğmeyi O'na özgü kılmalarından. Müslümanların düşmanları, onların savaşın içyüzünü unutmaları ve ruhlarındaki akide pırıltısını söndürmek için savaşa ekonomik, politik ya da etnik bir görüntü vermeye çabalıyorlar. Müslümanların buna kanmamaları gerekir. Bunun, hedefi saptırmak olduğunu bilmeleri gerekir. Savaşın görüntüsünü değiştiren, bu savaştaki zafer silahını kullanmaktan alıkoymak istemektedirler onları. Bu zafer, her ne şekilde olursa olsun. İster, Uhdud olayında Müslümanların başına geldiği gibi ruhî kurtuluş biçiminde, isterse de ilk müslüman neslin karşılaştığı gibi ruhî kurtuluştan ileri gelen üstünlük biçiminde olsun. Bugün biz, Hıristiyan dünyanın bizi savaşın iç yüzü konusunda aldatmaya çalıştığına dair örneklere tanık oluyoruz. Tarihi değiştirme, ters yüz etme gayretleri var. Haçlı savaşlarının sömürgeciliğe bir duvar olduğu bize yutturulmak istenmektedir. Hayır... Kesinlikle... Daha sonraları ortaya çıkan sömürgecilik, haçlı ruhunun bir maskesidir. Bu haçlı ruhu, çeşitli topluluklardan oluşan Müslümanların komutasındaki akide kütlesinin önünde paramparça olmuştur. Bu müslümanlar arasında Salahaddin-i Kürdî, Memluklu Turan Şah gibi, ulusunu unutan, akidesini yücelten ve bu bayrak altında galip gelen diğer kişiler vardı. "Onların mü'minlere zulmetmeleri, onların güçlü ve övgüye layık olan Allah'a iman etmelerinden dolayıdır" Yüce Allah'ın sözü ne kadar doğru, hilekârların, düzenbazların sözü ne kadar yalandır. "O günde, insanları toplayacak olan sensin. Allah verdiği sözden caymaz. " (Al-i İmran, 8–9) 87
Copyright © 2024 DOKUMEN.SITE Inc.